İNSAN DÜŞÜNEN VARLIKTIR.

31 Ekim 2007 Çarşamba

HAYATINIZ SEÇTİĞİNİZ KADINDIR





Bir erkeğin düşünsel yeteneği, estetik birikimleri ne olursa olsun, hayatta durdugu kat, içine doğduğu kattır, tanıdığı ilk kadının, annesinin onu bıraktıgı kat.
Giyim zevkinin bulunmadığı bir bahçede doğduysanız, giyim zevkinin gelişmiş olduğu bir bahçeye sizi ancak bir kadın götürür, sofralarının inceliklerle donatılmadığı bir katta dogduysanız, incelikli sofraların bulunduğu kata sizi götürecek olan da bir kadındır.
Birlikte olduğunuz kadın degiştiğinde, değişen yalnızca bir kadın değildir, hayatın neredeyse bütünü degişir, bir baska kata, bir baska bahçeye geçersiniz, orada hersey farklıdır.

Dinlediğiniz müzik, okudugunuz kitap, yediğiniz yemek, gittiğiniz yerler, bulustuğunuz arkadaşlar, hatta taktığınız kravat bile değişir.Bir erkeği hayatın içinde kadınlar gezdirir, hayatın katları arasında kadınlar dolastırır.

Zevkli bir kadına rastlarsanız zevkiniz, bilgili bir kadına rastlarsanız bilginiz, esprili bir kadına rastlarsanız espriniz, zeki bir kadına rastlarsaniz zekânız gelişir; yeni huysuzluklar, kaprisler, kavga nedenleri, acılar da öğrenirsiniz.

Hayat, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kat kattır; Babil´in asma bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir.
" Bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür. Ve, bugün durduğunuz teras, seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat, yanınızdaki kadınin terası, manzarası, hayatıdır; hayatın hangi katında durdugunuzu, yanınızdaki kadının durduğu kat belirler.

Hayatiniz, seçtiginiz kadindir.

Bir kadın değil bir hayat seçersiniz çünkü."
Ahmet Altan

ÖNYARGILARIMIZ


ÖNYARGILAR


Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın vardı. Kadın, kendisine arkadaş olması için dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başladı.
Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmazdı. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşmıştı.
Birkaç ay sonra kadının çocuğu doğdu. Tek başına tüm zorluklara göğüz germek ve yavrusuna bakmak oldukça zordu.
Günler geçti.
Kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kaldı. Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardı. Aradan biraz zaman geçti ve anne eve geldi.
Gelinciği ve kanlı ağzını gördü.
Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırdı ve oracıkta öldürdü hayvanı.
Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyuldu.
Anne odaya yöneldi
Ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış yılanı gördü.

ANADOLU

ANADOLU  
Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?
Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?
Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun ?
Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,

Duyuyor musun ?
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?
                       Ahmed ARİF

DİYARBEKİR KALESİNDEN NOTLAR

DİYARBEKİR KALESİNDEN NOTLAR    
VE
ADİLOŞ BEBENİN NİNNİSİ
    1.
Varamaz elim
Ayvasına, narına can dayanamazken,
Kırar boynumu yürürüm.
Kurdun, kuşun bileceği hal değil,
Sormayın hiç
Laaaaal...
Kara ferman çıkadursun yollara,
Yarin bahçesi tarumar,
Kan eder perçem
Olancası bir tutam can,
Kadasına, belasına sunduğum,
Ben öleydim loooy...
Elim boş,
Ayağım pusu.
Bir ben bileceğim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi...
2.
Açar, 
Kan kırmızı yediverenler
Ve kar yağar bir yandan,
Savrulur Karacadağ,
Savrulur zozan...
Bak, bıyığım buz tuttu,
Üşüyorum da
Zemheri de uzadıkça uzadı,
Seni, baharmışın gibi düşünüyorum,
Seni, Diyarbekir gibi,
Nelere, nelere baskın gelmez ki
Seni düşünmenin tadı...

3.
Hamravat suyu dondu,
Diclede dört parmak buz,
Biz kuyudan işliyoruz kaba - kacağa,
Çayı kardan demliyoruz.
Anam sır gibi saklar siyatiğini,
"Yel" der, "Baharın geçer".
Bacım, ikicanlı, ağır,
Güzel kızdır, bilirsin.
ilki bu, bir yandan saklı utanır
Ve bir yandan korkar
Ölürüm deyi.
Bir can daha çoğalacağız bu kış.
Bebeğim, neremde saklayım seni?
Hoş gelir,
Safa gelir,
Ahmed ARİF'in yeğeni...
   4.
Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü...
Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü...
Bu, namustur
Künyemize kazınmış,
Bu da sabır,
Ağulardan süzülmüş.
Sarıl bunlara
Sarıl da büyü...
Ahmed ARİF

HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM

HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...
Ahmed ARİF

O ŞEHİR...


Uzun zaman oldu,
oralardan uzaklaşalı,
ne masaldı yaşadığım,
ne rüyaydı uyandığımda,
acılarla yüklü günleri,
ben hep o şehirde çektim.
***
Hüzünlü şarkılardı hep mırınlandığım,
kederli gecelerde
ne kuşluk vaktiydi,
isyanımın göklere ulaşması,
ne saman sarısı sonbaharları,
ben hep o şehirde sabahladım.
***
Sevdiğim çoktan unutmuştu,
oralarda
ne fotoğrafı vardı,
ne düşlediğim gecelerde nefesi,
başkaydı bir başka ,
o şehir,
ben hep gençliğimi oralarda suladım.
***
Bir başınaydım devinimsiz,
şiir değildi,
nede altı çizili romanın satırları
sabahları karanlık,
gecelerse hüzünlüydü,öfkeli
gerisi yok,
yazılmadı yaşandı
o şehrin.
Mehmet Ozan, 

YALNIZLIK SENFONİSİ


Yalnızım,
gecenin zembereğinde,
ışıklar söndü çoktan şehrin,
vazgeçilmez duygularla
yürümek gelir karanlıklara.
Sonra,
bir sıgara,
nefesimde buğulanan bir türkü

sonra,
hesap vermeksizin,
çekip gitmek gelir,
gecenin karanlıklarından
bir daha dönmemek üzere...
(
Mehmet Ozan, )

30 Ekim 2007 Salı

AKŞAM ÜZEREYDİ AYRILIK


Bir akşam üstüydü,
dostlardan ayrılık
uzaklaşıp gittiler,
gözlerde ki sevgiyle,
yüreklerde ateşi sinerek
Kalleş şehrin meyhanesinde,
alınmak üzere umutları gömerek.
..

Mehmet Ozan, 

28 Ekim 2007 Pazar

ARKADAŞ DÖKÜMÜ


ARKADAŞ DÖKÜMÜ


Evvela dişlerimiz döküldü
Sonra saçlarımız
Arkasından birer birer arkadaşlarımız
Şu canım dünyanın orta yerinde
Yalnız başına yapayalnız
Kırılmış kolumuz, kanadımız
Tatlı canımızdan usanmışız

Bir şüphedir sarmış yüreğimizi
Ya kendini aldatıyor demişiz ya bizi
Bir şüphedir demir atmış ciğerimize
Pamuk ipliği ile bağlamışlar bizi
Düğüm üstüne düğüm şöyle dursun
Bir çalım bir kurum hepimizde
Nereden inceyse oradan kopsun

Bu canım dünyanın orta yerinde
Hayvanlar kadar bağlanamamışız birbirimize
Yalan mı? Gözünü sevdiğim karıncalar
İşte: Hamsiler sürü sürü
Arılar bölük bölük geçer
Leylekler tabur tabur

Ya bizler? Eşref-i mahlukat! ..
Boğazımıza kadar kendi murdar karanlığımıza gömülmüşüz

Bizler bölük bölük, bizler tabur tabur
Bizler sürü sepet
Yalnız birbirimizi öldürmüşüz


BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

YAŞAM GERÇEĞİ


Emerson

"Çocuklar, ´Büyük bir çocuk olunca ben, şunları, şunları, şunları yapacağım...´ derler.

Sonra büyük çocuk olduklarında, ´Büyüyüp, adam olduğumda...´ diyerek başlarlar ilerde yapacaklarını sıralamaya...

Büyüyüp, adam olduklarında, bu kez ´Hele bir evleneyim...´ derler ve yaşamlarında yapmak istediklerini bu girişten sonra saymaya başlarlar.

Daha sonraki yıllarda ise tümcenin başlangıcı, ´Emekli olayım, onda sonra...´ya dönüşür.

Emekli olduklarında arkalarına dönüp, adım adım yürüyerek geçtikleri yollara baktıklarında ise, bu kez soğuk bir rüzgarın her şeyi silip süpürdüğünü görürler.

İşte ancak o zaman bir gerçeğin ayırtına varırlar: Yaşam, yaşanmakta olan her anın dokusundadır. Ve ona ilerdeki bir noktadan geri dönüp bakıldığında ise, her şey için artık çok geçtir..."

PARAM VAR AMA TÜKETMEYE HAKKIM YOK

PARAM VAR AMA TÜKETMEYE HAKKIM YOK

Kırmızı süveteri delik deşik olmasına rağmen hala üzerinde, ayakkabısı yamalı. Sökük paltosunu, pantolonunu, yakalarını ters yüz ettiği gömleklerini yıllardır kullanıyor. 10 yıldır hiçbir şey almamış üzerine. Karaca markasının ve TEMA Vakfı´nın kurucusu Hayrettin Karaca ´Param var ama tüketmeye hakkım yok´ diyerek ´Al, tüket ve yok et´ diyen tüketim toplumuna açtığı savaşla gurur duyuyor.

KOMŞUYA VER

Dünyada tüm insanları doyuracak kadar yiyecek olduğunu ama gözü aç olanları doyuracak hiçbir şeyin olmadığını söyleyen Karaca, Türkiye´de bir zamanlar fakirleri aç bırakmayan kültürün nasıl yok olduğunu hüzünlenerek anlattı. Televole kültürünün karşısında birtakım değerlerin yok olduğunu söyleyen Karaca, çocukluk günlerinin ´komşuyu aç bırakmayan´ kültürünün yeniden dirilmesiyle, açlıkla savaşılabileceğini söyledi. ´Dünya ikiye bölünmüş artık. Gözü açlar ve karnı açlar. İşte o gözü açları doyurmayacağız. Bunların farkına küçükken vardım. Dilim, kültürüm gidiyor. Bağımsız bir Türkiye değiliz artık. En büyük acımız geri getiremediğimiz o kültürümüzdür´ diyen Karaca şöyle konuştu:

´Ben bir kasaba çocuğuyum. Varlıklı bir ailenin çocuğuydum. Ama herkes eşit şartlarda oynardı sokakta. Bütün çocuklar gibi ben de yalınayak oynardım. Akşam olduğu zaman annem seslenirdi, avucuma bir kap sıcak yemek koyarlardı. Kulağıma eğilip, ´Komşu anneye götür´ derdi. Etrafımızda bizi duyacak kimse yoktu ama bu bana verilen ´Aman kimse görmesin Hayrettin´ mesajıydı. Komşu annenin yağını, odununu kim alır, kimse bilmezdi. Paylaşma düzeni vardı, o kültürdü. Savaştan çıkmış bir Türkiye´de fakirim çoktu ama açım yoktu. Oradan aldım bu kültürü. Kaybolan budur, giden budur. Ama Anadolu´yu gezerken görüyorum ki, bu değerleri hala yaşatanlar var.´

UTANIYORUM

Tüketim toplumunun rezalet hale geldiğini savunan Karaca, ´Akmerkez´in önünden geçmeye utanıyorum, nedir bu ışıklar, bu rezalet. Yılbaşı demek al, tüket, yok et, yaşamı mahvet demek. O yüzden bu yırtık kazağı gururla taşıyorum üzerimde. Global ekonomi insanları kullanıyor. Ama bakın beni kullanamıyor, çünkü izin vermiyorum. Çok da mutluyum. Bunu elimden hiçbir güç alamaz. İnanç her şeyi halleder´ dedi.

´Açlıktan ölen her çocuğun katilleri vardır´ diyen Karaca, ihtiyacından çok tüketerek sınıf atlamaya çalışanları suçladı. Karaca, ´Bugünkü tüketim iki katına çıktığı gün, belki dünyada yaşam olmayacak. En büyük tehlike gıdada. Bir Amerikalı çocuk, doğduğunda 30 çocuğa eşdeğerde dünya nimetlerini alıp götürüyor´ diyerek dünyanın düştüğü durumu gözler önüne serdi.

Cep telefonu kullanmadığını, 5 yıldır TV izlemediğini belirten Karaca şöyle devam etti: ´Okumakla mükellefim. Olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var. Malını mülkünü verirsin orada biter borcun. Mesela Yalova´daki botanik bahçemi vakıf yaptım ama borcum bitmedi topluma. Şimdi borcumu bilgi sahibi olarak ve bunu aktararak ödüyorum. Okumak ibadettir, okumamak Cumhuriyet´e ihanettir.´

Oğlunu, eşini ve annesini kaybeden Hayrettin Karaca, ´Acılar karşısında isyan ederek hiçbir şey kazanamazsınız, elde olan bir şey değil çünkü bu. Ben acıyı da mutluluğu da kabulleniyorum. Ama acılar hafızadan hiç çıkmaz´ dedi.

185 MİLYON AFRİKALI HER GÜN AÇLIKTAN ÖLME RİSKİ İLE YAŞIYOR

Dünyanın durumunu değerlendiren Karaca şu yorumlarda bulunuyor:

´Birleşmiş Milletler 2004 Kalkınma Raporu´na göre;

*Afrika´da 323 milyon insan günde 1 dolardan az bir gelirle geçimini sağlıyor.

*Temiz su kaynağından mahrum 273 milyon kişi bulunmakta.

*İlkokul çağında okula gidemeyen 44 milyon çocuk var. *Yetersiz beslenmeden kaynaklanan ölüm riski altında yaşayan Afrikalıların sayısı 185 milyon.

*Her yıl beş yaşının altında ortalama beş milyon çocuk ölüyor.

*Zengin ülkeler yıllık gelirlerinden yüzde 0.7´sini kurtarma amaçlı projelere yönlendirseler bu sorunların hepsi ortadan kalkabilir.´

BİR ALYANS İÇİN 3 TON ZEHİRLİ ATIK

TEMA Vakfı Yayınları´ndan çıkan ´Dünyanın Durumu 2004´ raporlarını yorumlayan Karaca şu tespitleri aktarıyor:

*Dünyada makyaj malzemesi için yapılan harcama 18 milyar dolar.

*Dünyadaki tüm kadınların üreme sağlığı ve bakımı için gerekli para 12 milyar dolar.

*Avrupa ve ABD´de evde beslenen hayvanların ma- masına harcanan para 17 milyar dolar.

*Dünyada açlığın ve yetersiz beslenmenin sona erdirilmesi için gerekli para 19 milyar dolar.

*Parfüme harcanan para 15 milyar dolar.

*Evrensel okur yazarlığın sağlanması için gereken yıllık ek yatırım 5 milyar dolar.

*Deniz seyahatlerine harcanan para 14 milyar dolar.

*Dünyada herkese temiz içme suyu sağlaması için ge-

rekli miktar 10 milyar dolar.

*Avrupa´da dondurmaya harcanan para 11 milyar dolar.

*Her çocuğun aşılanması için gerekli miktar 1.3 milyar dolar.

*Satışa hazır 1 ton altın elde etmek için 300 bin ton atık üretilir.

*Başka bir deyişle altın bir alyans için ortaya çıkan atık miktarı 3 tondur. Bu atıkların çoğu siyanür ve kimyasal maddeler içerir.

´BİR´ ÇOK GÜÇLÜDÜR

´Benim de vardı 40 tane kravatım. O zaman 30 yaşındaydım. Ben de tükettim, ama bilerek yapmadım bunu´ diyen Karaca, ´Artık farkına vardım bunun. Ne zamandır alışveriş yapmadığımı hatırlamıyorum, kendime sadece kitap alıyorum. Nedir benim ihtiyacım; doymam, sağlığım, barınmam, kuşanmam; bunun dışında hiçbir şey tüketmeye hakkım yok. Gömleklerim var yakası çevrilmiştir, ayakkabılarıma bakarsanız altı yamalıdır. Dokuz senedir bu pantolonu giyerim, paltom yırtıktır. Param var ama tüketmeye hakkım yok. Bunu herkes yapabilir. ´Bir´ çok güçlüdür. Atatürk bir kişiydi. Her şey bir ile başlar. Bir yoksa iki olmaz. Ben de yakınlarıma örnek olmaya çalışıyorum´ diyor.

Röportaj : Hülya ÜNLÜ

SAATLERİNİZİ "YAŞAMA" KURMAYA UNUTMAYIN...

Saatlerinizi “Yaşama”

Kurmayı Unutmayın…


Günlük koşuşturmalarımız içerisinde yaşamı ne denli bol keseden harcadığımızı hiç düşündünüz mü? Sürekli bir yerlere yetişme, bir şeyleri yetiştirme telaşı içindeyiz, hepimiz.

Saatlerimizi sabahın erken saatlerine kurarken aklımızda işe, okula, sınava, görüşmelere, otobüse, trene yetişmekten başka birşey olmuyor. Çoğu kez 24 saatin yetmediğinden yakınıyoruz. Yapılacak onca iş, çözüm bulunacak onca sorun bizi bekliyor diye neredeyse uyku sırasında bile ertesi günün planlarını yapıyoruz. Her yeni güne bir önceki günden arta kalan işlerle başlıyoruz ve bu koşturmaca çoğu kez yaşantımız son buluncaya değin sürüyor.

Yaşamı dolu dolu yaşamak bu mu acaba?

Hiç düşündünüz mü, en son ne zaman çıplak ayakla kumların, çimenlerin üzerinde yürüdünüz? En son ne zaman uzanıp mavi göğün altına bulutların nasıl hareket ettiğine baktınız? Gece geç saatlerde evinize dönerken "Ne güzel, bu gece dolunay var mı?" dediniz, yoksa o gün yetiştiremediğiniz işlerinize ertesi gün nasıl başlayacağınızı, ödenecek borçlarınızı, çalışılacak derslerinizi mi düşündünüz? Yalnızca gün doğumunu izleyebilmek için saatinizi sabahın beşine kurdunuz mu hiç?

En son ne zaman yeni doğmuş bir bebeğin süt kokan tenini kokladınız?

Bahçenize bir tohum atıp ne zaman yeşerecek diye heyecanla beklediniz mi?

En son ne zaman sevdiklerinizin gözlerinin içine bakarak, ellerini tutarak sevgi sözcükleri söylediniz? Yoksa sevgi sözcükleri de yapılması gereken işler, söylenmesi gereken "Günaydın" lar, "İyi akşamlar" gibi mi söylendi? Yalnızca güne hazırlanmak amacıyla bakımınızı yapmak için mi baktınız aynalara yoksa zaman zaman kendinizle gözlerinizin içine bakarak hesaplaşmak, kendinize sevgiyle bakmak için de kullandınız mı aynaları?

Saatlerinizi bol keseden harcarken "sevgiye ve yaşama" ne kadar zaman ayırdığınızı hiç düşündünüz mü?

Ben bu hafta sonu saatimi "yaşama" kurdum. Saatin zilini duyunca heyecanla fırladım yataktan. Saat sabahın beşi. Gecikmiş olma korkusuyla pencereye koştum. Gökyüzünde gecenin koyu karanlığı yok. Battaniyeme sıkıca sarılıp heyecanla karşıki dağlara bakmaya başladım. Lacivertten açık maviye dönüşmeye başladı gökyüzü. Sonra açık maviden göz alıcı beyaz bir ışığa. Dağın ardından alevler yükselmeye başladı birden. Sarıdan turuncuya, turuncudan kızıla, kızıldan göz kamaştırıcı bir ışığa dönüşerek "Merhaba" dedi güneş. "Merhaba yeni gün", "Merhaba yaşamak."

"Yaşamı dolu dolu yaşadım" diyebilmek için, arada bir saatlerimizi "yaşama" kurmaya ne dersiniz?

Nuray Bartoschek

AŞKLAR DA AYAKKABILAR GİBİDİR...

AŞKLAR DA AYAKKABILAR GİBİDİR



Bedenin yükünü ayaklar taşır, ruhun yükünü yürekler...bütün ağırlığınızı ve yorgunluğunuzu kaldıran ayaklarınız için rahatlığı ve şıklığı bir arada barındıran ayakkabıyı seçersiniz. İçinizin acılarını, sıkıntılarını, kırgınlıklarını ve hayallerini yüklenen yüreğiniz için de huzur verici ve "güzel" bir aşk ararsınız. Zaten aşklar da ayakkabılar gibidir...


Bazıları çamur yağmur, toz toprak kar buz gibi her türlü "kötü hava" koşullarına dayanıklıdır. Bazılar ise ummadığınız kadar kısa zamanda çabucak "yamulur" ilk yağmurlu havada "altı açılır"
veya güzel havalarda bile "iki günde bozulup" gider.

Aşkları da ayakkabılar kadar "itinayla" seçmezseniz, tıpkı ayağınızda olduğu gibi yüreğinizde NASIR oluşabilir. Dar gelen bir ayakkabıyı sadece tarzın beğendiğiniz için "zamanla açılır" diyen satıcıya inanarak alırsanız, zaman içinde ayak kemiklerinizde "de formasyon" başlar. Ruhunuzu daraltan bir aşk içinde yalnızca fiziksel beğeniye kapılıp "zamanla düzelir" diyenlere kanarsanız, yine zamanla içinizdeki olumlu duyguların "çarpıldığını" görebilirsiniz.

Aşık olabileceğiniz insan türü, tıpkı ayakkabılar kadar değişik stillerde, farklı kalitelerde ve sayısız "renktedir"....
Aşkı bir çeşit serüven olarak "spor" gibi yaşayanlar, aynen "spor ayakkabı" gibi dikkat çekici ve rahat kişileri bulurlar.

Tersine aşkta tutucu ve istikrarlı olmayı benimseyenler "klasik ayakkabı" gibi muhafazakar çizgiler taşıyanlara tutulurlar. Dekolte ayakkabılar gibi sadece cinsellik ve eğlence zevkleriyle ateşlenen aşklar vardır. "Bez" ayakkabılar gibi kısa ömürlü "tatil aşkları" ise hemen herkesin kişisel tarihinde mevcuttur.

"Marka" ayakkabı alır gibi, sevgilinin kariyerine ve maddi durumuna "tutulan" aşıklar görürsünüz. Katı plastikten "yağmur çizmesi" edinir gibi mantık süzgecinden geçirip "işe yarar" biçimde yasamak isteyenleri de bilirsiniz. Ayrıca ne tuhaf ki psikolojik testlerde "zaafı" olup evine sayısız çeşitte ayakkabılar yığan insanların ayni zamanda "değişik" türde aşklara da zaafı olduğu söylenir.

Evet, aşk "ayakkabıdır"
Aynen ayakkabınıza bakım yapmayıp "hor" kullandığınız zaman kolayca eskittiğiniz gibi, aşkınıza da dikkatli davranmayıp özen göstermediğiniz zaman kısa sürede "eskitirsiniz".

Ve nasıl ki "delik" bir ayakkabıyı tamir ettirdiğinizde yalnızca "bir miktar" ömrünü uzatmış olursanız; "delik" bir aşkı onarmaya kalkıştığınızda da "asla eskisi gibi olmayacaktır"!
Varın aşkın ne olduğuna siz karar verin şimdi de...

CAN YÜCEL

TEK BAŞINA KALMANIN

TEK BAŞINA KALMANIN

GÜZELLİĞİNİ YAŞAYABİLİN…


Kimi zaman insanlarla olmak en iyisidir. Kimi zaman yalnızlık daha da iyi gelir. Ben her ikisinin de yararına inanırım. Uzun bir süre zamanımı arkadaşlarımla, akrabalarımla ya da sevgilim, –evet sevgilimle bile– geçirdiğimde, birden panik duygusu yaşamaya başlarım. “İşlerim var” deyip, kendimi odama atarım.

Kimi zaman da kendimi fazlasıyla yalnız duyumsarım. Yanımda hiç kimse yoktur. Evin içinde, konuşmalarıma yanıt verecek bir arkadaşım ya da kapımı çalacak biri yoktur. Benimse bir insana gereksinimim vardır. Çarşıya gider, manavla, tezgahındaki brokoli hakkında sohbet ederim. Arabama atlar, beni “Tatlım” diye çağıran arkadaşlarıma gider, böylece sevildiğimi duyumsarım.

Yaşantımın doğal ritmi içerisinde, toplum yaşamıyla yalnızlığı dengelemem zor olmuyor. Çoğunlukla yalnız başıma geçirdiğim koca bir haftanın sonunda beni, arkadaşlar ve ailemle geçireceğim curcunalı bir hafta sonu bekler. Şamatadan tam bıkmak üzereyken de, yeniden pazartesi olur. Herkes gider, ben kalırım. Pazartesi sabahları, evin içinde, sessiz duvarların arasında tek başıma kaldığımda, bomboş odaların içinde gezerken, yalnızlığımı düşünürüm. İnsanın kendi kendini tanıdığı ve olgunlaştığı bir zaman, özel bir yere geri dönmek gibi bir şey bu...

Çocuklar kendilerine öyle kuytu köşeler bulur ki... Evimizin yanında, koruyla çayırların arasında, ulu bir çam ağacı durur. Uzun zaman önce, yeşil karanlığının ortasındaki dalların arasında, iki oğlum, artık yağmurdan ve rüzgardan kararmış, tahtadan bir set yapmışlardı. Sanırım, orada heyecan dolu maceralar düşlediler ya da sere serpe uzanıp, ilkbahar rüzgarını yüzlerinde duyumsayarak, uzaktan gelen sesleri dinlediler. Çevrelerindeki çeşitli böceklerle bir bakıma arkadaş oldular ve gökyüzünde dolaşan bulutların biçim değiştirmelerini izlediler.

Gizli sığınağım olarak kullandığım, en sevdiğim yer, çocukluğumun tahta bir koli kutusuydu. Bahçede bir ağacın altına konulmuştu. Sığınağımın gizliliğini paylaşacak ya da mahvedecek denli yakın çevremizde yaşayan, başka çocuk da yoktu.

Yaprakların arasından süzülen güneş ışınları, babamın kesmiş olduğu, benimse küçük kumaş parçalarını birleştirerek diktiğim perdeli pencereme vururdu. Kapı, boyuma göre tasarlanmıştı; güneşli havalarda açılıyor ve altın renkli söğüt dallarının arasından yağan en küçük yağmurda kapatılıyordu.

Yerde serili duran el yapımı kilim, kutunun içindeki tüm çukurları örtüyordu. Amerikan bezinden yapılmış kumaşın üzerinde reçelli ve çikolatalı parmaklarımla yaptığım benekler, yağ ve çilek lekeleri ve kalem izleri vardı. Yaşanmış bir kilimdi ve içindeki deliklerde bir hazine barındırıyordu: Yumuşacık bez bebeğim, büyüklere özgü kitaplar okuduğumda giydiğim bir çift yüksek ökçeli ayakkabı, her boyda çakıl taşları, karıncaları bile korkunçmuş gibi gösterebilen bir büyüteç, evde hiç durmadan çalarak annemi delirttiğim armonikam ve bir sürü şey daha...

Koli kutumun içinde, beni sevindiren ya da üzen her konuda düşüncelere dalabilirdim. Kendi yaptığım besteleri mırıldanıp fazla okunmaktan yıpranmış dergi ve kitaplarımı okurdum. Düğünçiçeklerinden buketler yapar, tatlı yonca yapraklarını çiğnerdim. Sahip olamadığım şeylerin, bana ait olduklarını düşlerdim. Böylelikle de küçücük şeylerin bile beni ne denli mutlu edebileceğini anlamıştım. Her koku, her ses, her soluk ya da her düşünce, bana ve bildiklerime eklenerek, içimde sanki büyürdü.

Kimi zaman insanlarla çok yakın olmak istemeyiz. Böyle anlarda ya camdan dışarıyı seyreder ya da toplayıp da yemeye cesaret edemeyeceğim mantarlar ararım. Eşim, tek başına olmak istediğinde yalnız başına yürüyüşe çıkar, ancak yorulup üşüdüğünde eve döner. Kızım arabasına atlar, oğullarım odalarına çekilirler. Ama yeri geldiğinde hepsi de insan içine çıkar.

“Yalnız kalmaya dayanamam” derim, doğrudur da... Ancak yüreğimde sürekli, samimi olduğum, ama benden bir o denli farklı biriyle konuşmak ya da sessiz kalmak duygusu vardır. Bir el hareketimle, aramızdaki uzaklığı ortadan kaldırmak isterim; bu bana güven verir. Yalnız bir çocuk sayılırdım ve yalnızlık alışkanlığım hâlâ önemli bir yer tutar. Yılda birkaç gün için bile olsa, çocukları alıp onları kamp yapmaya götüren eşime minnettarım.

Gece yarılarına dek daktilomun başında oturabilirim, çevre de söylenecek ya da surat asacak hiç kimse yoktur.

Sıcak ve soğuk suyu ayak parmaklarımla ayarlayıp, küvetin içinde keyif çatarken, banyonun kapısını ardına dek açacak kimse yoktur. Akşam yemeği saatinde nakış işlememi ve akşam yemeğini çok daha geç bir saatte yememi eleştirecek kimse de yoktur.

Bunun mutluluğunu size nasıl anlatabilirim, bilemiyorum. Tek başımayımdır ama yalnız değil, felsefe yaparım, ruhumun ta derinliklerine inerim ve tek başına olmanın sadeliği içinde sevdiğim ve nefret ettiğim şeyleri, isteklerimi ve düş kırıklıklarımı ortaya çıkarırım. Her bir duyguyu yakından inceler, sonra da yerine koyarım. Oturup birlikte yaşadığım insanların benim için ne denli değerli olduklarını düşünürüm. Ben yemek pişirirken, çocuklarımdan hangisinin bana yardımcı olduğunu, hangisinin şefkatini ve cömertliğini benden esirgemediğini düşünürüm.

Oğullarımdan birinin, dalış takımlarının banyoda asılı olduğunu görmek, bana bu evde yalnız başıma yaşamadığımı anımsatır.

Zaman akıp geçer. Yalnız olmanın ayırtına varırım. İlk başta tam olarak değil, yavaş yavaş. Sonra daha çok “Onlara bir kek pişirsem iyi olur” diye düşünürüm. Ve kalkıp mutfağa giderim.

Sonra aniden, işte buradalar, çantaları, yıkanacak çamaşırlar ve kafaları hoş anılarla dolu olarak kapıda belirirler. Yalnızlığımı, tozu dağıtan bir rüzgar gibi alt üst ederler. Varsın, olsun... “Döndüğünüze çok sevindim” derim içtenlikle.

“Sizi çok özlemiştim.”

“Ben de seni özledim” der içlerinden biri, keki koklayarak.

Birlikteliği pekiştiren ayrılık mıdır, yoksa tam tersi mi?

JOAN MİLS

TEK BAŞINA KALMANIN GÜZELLİĞİNİ YAŞAYABİLİN…


Kimi zaman insanlarla olmak en iyisidir. Kimi zaman yalnızlık daha da iyi gelir. Ben her ikisinin de yararına inanırım. Uzun bir süre zamanımı arkadaşlarımla, akrabalarımla ya da sevgilim, –evet sevgilimle bile– geçirdiğimde, birden panik duygusu yaşamaya başlarım. “İşlerim var” deyip, kendimi odama atarım.
Kimi zaman da kendimi fazlasıyla yalnız duyumsarım. Yanımda hiç kimse yoktur. Evin içinde, konuşmalarıma yanıt verecek bir arkadaşım ya da kapımı çalacak biri yoktur. Benimse bir insana gereksinimim vardır. Çarşıya gider, manavla, tezgahındaki brokoli hakkında sohbet ederim. Arabama atlar, beni “Tatlım” diye çağıran arkadaşlarıma gider, böylece sevildiğimi duyumsarım.
Yaşantımın doğal ritmi içerisinde, toplum yaşamıyla yalnızlığı dengelemem zor olmuyor. Çoğunlukla yalnız başıma geçirdiğim koca bir haftanın sonunda beni, arkadaşlar ve ailemle geçireceğim curcunalı bir hafta sonu bekler. Şamatadan tam bıkmak üzereyken de, yeniden pazartesi olur. Herkes gider, ben kalırım. Pazartesi sabahları, evin içinde, sessiz duvarların arasında tek başıma kaldığımda, bomboş odaların içinde gezerken, yalnızlığımı düşünürüm. İnsanın kendi kendini tanıdığı ve olgunlaştığı bir zaman, özel bir yere geri dönmek gibi bir şey bu...
Çocuklar kendilerine öyle kuytu köşeler bulur ki... Evimizin yanında, koruyla çayırların arasında, ulu bir çam ağacı durur. Uzun zaman önce, yeşil karanlığının ortasındaki dalların arasında, iki oğlum, artık yağmurdan ve rüzgardan kararmış, tahtadan bir set yapmışlardı. Sanırım, orada heyecan dolu maceralar düşlediler ya da sere serpe uzanıp, ilkbahar rüzgarını yüzlerinde duyumsayarak, uzaktan gelen sesleri dinlediler. Çevrelerindeki çeşitli böceklerle bir bakıma arkadaş oldular ve gökyüzünde dolaşan bulutların biçim değiştirmelerini izlediler.
Gizli sığınağım olarak kullandığım, en sevdiğim yer, çocukluğumun tahta bir koli kutusuydu. Bahçede bir ağacın altına konulmuştu. Sığınağımın gizliliğini paylaşacak ya da mahvedecek denli yakın çevremizde yaşayan, başka çocuk da yoktu.
Yaprakların arasından süzülen güneş ışınları, babamın kesmiş olduğu, benimse küçük kumaş parçalarını birleştirerek diktiğim perdeli pencereme vururdu. Kapı, boyuma göre tasarlanmıştı; güneşli havalarda açılıyor ve altın renkli söğüt dallarının arasından yağan en küçük yağmurda kapatılıyordu.
Yerde serili duran el yapımı kilim, kutunun içindeki tüm çukurları örtüyordu. Amerikan bezinden yapılmış kumaşın üzerinde reçelli ve çikolatalı parmaklarımla yaptığım benekler, yağ ve çilek lekeleri ve kalem izleri vardı. Yaşanmış bir kilimdi ve içindeki deliklerde bir hazine barındırıyordu: Yumuşacık bez bebeğim, büyüklere özgü kitaplar okuduğumda giydiğim bir çift yüksek ökçeli ayakkabı, her boyda çakıl taşları, karıncaları bile korkunçmuş gibi gösterebilen bir büyüteç, evde hiç durmadan çalarak annemi delirttiğim armonikam ve bir sürü şey daha...
Koli kutumun içinde, beni sevindiren ya da üzen her konuda düşüncelere dalabilirdim. Kendi yaptığım besteleri mırıldanıp fazla okunmaktan yıpranmış dergi ve kitaplarımı okurdum. Düğünçiçeklerinden buketler yapar, tatlı yonca yapraklarını çiğnerdim. Sahip olamadığım şeylerin, bana ait olduklarını düşlerdim. Böylelikle de küçücük şeylerin bile beni ne denli mutlu edebileceğini anlamıştım. Her koku, her ses, her soluk ya da her düşünce, bana ve bildiklerime eklenerek, içimde sanki büyürdü.
Kimi zaman insanlarla çok yakın olmak istemeyiz. Böyle anlarda ya camdan dışarıyı seyreder ya da toplayıp da yemeye cesaret edemeyeceğim mantarlar ararım. Eşim, tek başına olmak istediğinde yalnız başına yürüyüşe çıkar, ancak yorulup üşüdüğünde eve döner. Kızım arabasına atlar, oğullarım odalarına çekilirler. Ama yeri geldiğinde hepsi de insan içine çıkar.
“Yalnız kalmaya dayanamam” derim, doğrudur da... Ancak yüreğimde sürekli, samimi olduğum, ama benden bir o denli farklı biriyle konuşmak ya da sessiz kalmak duygusu vardır. Bir el hareketimle, aramızdaki uzaklığı ortadan kaldırmak isterim; bu bana güven verir. Yalnız bir çocuk sayılırdım ve yalnızlık alışkanlığım hâlâ önemli bir yer tutar. Yılda birkaç gün için bile olsa, çocukları alıp onları kamp yapmaya götüren eşime minnettarım.
Gece yarılarına dek daktilomun başında oturabilirim, çevre de söylenecek ya da surat asacak hiç kimse yoktur.
Sıcak ve soğuk suyu ayak parmaklarımla ayarlayıp, küvetin içinde keyif çatarken, banyonun kapısını ardına dek açacak kimse yoktur. Akşam yemeği saatinde nakış işlememi ve akşam yemeğini çok daha geç bir saatte yememi eleştirecek kimse de yoktur.
Bunun mutluluğunu size nasıl anlatabilirim, bilemiyorum. Tek başımayımdır ama yalnız değil, felsefe yaparım, ruhumun ta derinliklerine inerim ve tek başına olmanın sadeliği içinde sevdiğim ve nefret ettiğim şeyleri, isteklerimi ve düş kırıklıklarımı ortaya çıkarırım. Her bir duyguyu yakından inceler, sonra da yerine koyarım. Oturup birlikte yaşadığım insanların benim için ne denli değerli olduklarını düşünürüm. Ben yemek pişirirken, çocuklarımdan hangisinin bana yardımcı olduğunu, hangisinin şefkatini ve cömertliğini benden esirgemediğini düşünürüm.
Oğullarımdan birinin, dalış takımlarının banyoda asılı olduğunu görmek, bana bu evde yalnız başıma yaşamadığımı anımsatır.
Zaman akıp geçer. Yalnız olmanın ayırtına varırım. İlk başta tam olarak değil, yavaş yavaş. Sonra daha çok “Onlara bir kek pişirsem iyi olur” diye düşünürüm. Ve kalkıp mutfağa giderim.
Sonra aniden, işte buradalar, çantaları, yıkanacak çamaşırlar ve kafaları hoş anılarla dolu olarak kapıda belirirler. Yalnızlığımı, tozu dağıtan bir rüzgar gibi alt üst ederler. Varsın, olsun... “Döndüğünüze çok sevindim” derim içtenlikle.
“Sizi çok özlemiştim.”
“Ben de seni özledim” der içlerinden biri, keki koklayarak.
Birlikteliği pekiştiren ayrılık mıdır, yoksa tam tersi mi?
JOAN MİLS