HAKAN AKSAY - T24
Kurnazca
'elektrik alan', aşkı pek takmayan insanlarımız
Bu ülkede
ne kadar aşk var?..
Hani her
şeyin "yoksunluk" (eski dilde mahrumiyet) haline alışık, hatta
tutkunuz ya: işsizlik, parasızlık, evsizlik, barksızlık, barışsızlık,
huzursuzluk falan...
Aşk(sızlık)tan
ne haber?..
Lütfen
laf ebeliği yapmadan cevap verin ama, "vatan-millet aşkı"na
basmakalıp methiyeler düzmeden, dürüstçe söyleyin:
Memleketimizde
yeterince aşk var mı sizce?
Şu
bildiğiniz aşk!
Bir
insanın ötekine vurulması, onu görünce nefessiz kalması, onun hayaliyle uykusuz
geceler geçirmesi, onsuz yaşayamayacağını düşünür olması anlamında...
Tamam,
bol bol çocuk yapalım, yapalım yapmasına da, benim bildiğim çocuklar aşktan
doğardı, bizim aşkla ilgimiz kalmadı, üreme/üretme makinelerine benzedik...
* * *
Kendimce
büyük sabır harcayarak evlilik programlarına bakıyorum (izlemiyorum, bakıyorum,
hatta çoğu kez "bön bön"). Aşk kelimesi neredeyse hiç telaffuz
edilmiyor programlarda. Evlilikler birer ticari proje.
"Elektrik
aldın mı, almadın mı?" meselesi var orada. Türkçe'nin
sahtekârlaştırılmasında yeni aşama, bu sihirli "elektrik" kelimesi.
Adamın parası, evi, arabası yok ise: "Elektrik alamadım; geldiğiniz için
teşekkür ederim." (Tercümesi, "Haydi canım, anca gidersin!").
Maddi durumu yerindeyse durum farklı: "Bir çay içelim!" (Tercümesi,
"Gel de şu şartları iyice bir netleştirelim bakalım!")
En acıklı
bölüm, programa katılanların "beklentileri"ni anlattığı dakikalar.
"Dürüst olsun", "fedakâr olsun", "evine bağlı
olsun", ya da daha kof ve "manşetlik" anlatımlar: "Adam
gibi adam olsun", "yanıma yakışsın", "beni
taşıyabilsin"...
İnsanlarımızın
hayalleri ne kadar sınırlı, iç dünyaları ne kadar boş, geleceğe dair istekleri
ne kadar sığ! Hemen hiçbiri aşkı bilmiyor, dahası - ve en kötüsü - aramıyor
gibi.
Hayatlarında,
bırakın gerçek aşkı, hiçbir aşk romanıyla çarpılmamışlar, hiçbir aşk şiirinden
"elektrik" almamışlar ve numaracıktan gözlerini kapatıp pek bir
"hisli" söyledikleri aşk şarkıları onlar için yürek doldurmaya değil,
iç boşaltmaya yarayan artistlik anları...
* * *
Türk-Kürt
barış sürecinde birçok stratejik araştırma ve önemli tartışmada ciddi ciddi
"doğurganlık oranları" ve "nüfus dinamikleri" ele alınıyor.
"Kürtler kaç kişi? 10-15 yılda kaç kişi olurlar? Türkiye'nin kaçta kaçı
Türkler ve Türk olmayanlar?.."
İçim
daralıyor. Hayatım boyunca ulus, ırk, din gibi özellikler paydasında
"tasnif edilmek" beni boğdu.
Onca
"karma" evlilikten toplumsal bir güç doğmadı mı? Aşkın ateşiyle
ulusal farklılıkların eriyip gittiği aileleler, bugüne dek hakkıyla seslerini
duyuramadılar mı?
Oysa
hayat, Diyarbakırlı Ahmed Arif'in Otuz Üç Kurşun'unu bütün memlekete dağıtmış
gibiydi:
"Kirveyiz,
kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka
köyleri, obalarıyla
Kız alıp
vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz
yaka yakaya
Birbirine
karışır tavuklarımız
Bilmezlikten
değil, fıkaralıktan..."
Aşkımız
siyasetin karşısına çıkacak kadar güç kazanamadı. Bugün de pek yoksul ve cılız
duygularımız. Hâlâ kendimizi güvence altına almak için "elektrik
almamız", iktidarı mutlu etmek için de 3-5 çocuk yapmamız gerek. Ama aşka
inanmayacak kadar "akıllanmış" bakıyor külyutmaz gözlerimiz...
Milliyetçilik
ve ırkçılık insanları, aileleri, yürekleri nasıl parçalar, nasıl ezip geçer;
hâlâ bunu yeterince yansıtamıyor edebiyatımız, sanatımız...
Türklerin
ve Kürtlerin, Ermenilerin ve Yunanların on yıllardır milliyetçiliği aşklarıyla
çoğalarak yendiğine veya tersine, ona yenilerek aşklarıyla birlikte
eksildiklerine ilişkin o kadar az "sağlam eserimiz" var ki
elimizde...
* * *
Geçen yıl
Dışişleri Bakanımız, "Rus gelinler iyidir, sayıları artmalı; benim
danışmanımın eşi de Rusya'dan; Rus gelinler aile yapımıza uygun" demişti.
Yıl
sonunda yine "ihtida" verileriyle "milletçe sevindik";
"hidayete erenler", yani "tek doğru yol olan İslam'ı seçerek
bizden biri olanlar" giderek artıyordu; ve onlar arasında Rus gelinler ön
sıralardaydı.
Böylece
bizim farklılıkları değil aynılaşmayı sevdiğimiz, içimizdeki yabancıları (bütün
örneklerde değilse bile, ezici çoğunlukla) şu ya da bu biçimde zorlayarak
kendimize benzetmeye çalıştığımız bir kez daha sergilendi.
Oysa aynı
dinî inancı paylaşmayan, farklı yerlerde doğup bambaşka kültürlerden gelmiş
insanların her türlü engeli geride bırakarak birbirine aşkla bağlanmasının
yanında öteki ayrıntıların lafı mı olur!..
Ne var ki
bu, toplumumuzun önemli bölümünü ve iktidarı tatmin etmiyor. Onlar aynı cinste
olanların kalabalıklaşarak başkalarını ürkütmesine, dünyaya meydan okumasına o
kadar meraklılar ki!..
Ve aşktan
o kadar uzaklar ki!..
* * *
Sorsan,
en kolay kelam edebildikleri konu "aşkın bireysel olmayan halleri".
Yani "vatanlarını" çok seviyorlar, bir de "bayraklarını",
fazla bilmedikleri "tarihlerini"...
"İnsanlığı"
çok seviyorlar, ama tek tek insanları sevmekle ilgili problemleri var.
"Toprak almak/vermemek", en büyük ama eennnn büyyüükk bayrağı bir
yerlere asmak, ellerine kollarına önderlerinin adıyla imzasını kazımak ve
isimlerinin başına "TC" koyarak "şanlı bir direniş sergilemek"
refleksleri çok güçlü. Ama ne kırk bin kişinin öldüğü savaş umurlarında, ne de
daha binlerce kişinin hayatını kaybetme tehlikesi...
Fakat
"seviyorlar". İnsanları değil belki. Ama kavramları. Hayatı da değil.
Ama "kutsal" ilkeleri...
Ve pek
çoğu, insanı insan yapan gerçek bir aşkı - tüm riskleri, coşkuları ve
acılarıyla birlikte - yaşamak için her türlü çılgınlığı yapacak cesarete sahip
değil. Bir tek kadın/erkek uğruna her şeyi terk edebilecek kadar büyük bir
yürekleri yok.
Ama
ilkeleri çok. Akılları fazla...
"Elektrik"
denilen şeyin nereden ve nasıl alınması gerektiğini de iyi biliyorlar, yeri
geldiğinde.
Lakin
aşk...
Şu
bildiğiniz aşk!..
Hani bir
insanın ötekine vurulması, onu görünce nefessiz kalması, onun hayaliyle uykusuz
geceler geçirmesi, onsuz yaşayamayacağını düşünür olması anlamındaki...
Sahi,
memleketimizde yeterince aşk var mı?
Gayrısafi
millî hasılayı anladık, hane başına ortalama kaç buzdolobı ve televizyon
düştüğünü de...
Peki, ne
kadar aşk var bu ülkede?..