İNSAN DÜŞÜNEN VARLIKTIR.

29 Nisan 2013 Pazartesi

Sen üç yanlış bir doğru etmezsin dostum!



Erol Anar
27.04.2013
Thomas Hobbes’in popülerleştirdiği “İnsan insanın kurdudur.” (Homo Homini Lupus) sözünü çok severim. Bence bu güneşin altında, insanı bundan daha iyi açıklayan bir söz daha söylenmemiştir.

Bir fıkra duymuştum:

Cehennemde yeni bir zebani işe başlamış, işinin ilk günü olduğundan her şeyi soruyormuş.
Bakmış bir derin çukur başında beş zebani bekliyor.

“Bu ne demiş?”
Diğer zebani cevap vermiş: “Burada hep Almanlar var, yukarıya tırmanıyorlar, oradaki zebaniler de tırmananı tekrar aşağı atıyor.”
Biraz daha ilerlemişler bir çukur daha. Başında üç zebani bekliyormuş.
Diğer zebani: “Sormadan söyleyeyim burada da Fransızlar var. Oradaki üç zebani çıkanı aşağıya atıyor.”
Az daha ilerlemişler.
Bir çukur varmış diğerleri kadar derin olmayan bir çukurmuş bu. İşe yeni başlayan zebani sormuş:
“Yahu bu çukurun başında niye kimse beklemiyor?”
Öteki zebani cevap vermiş: “Burası Türkler'in çukuru biri tırmanmaya çalışınca, diğerleri aşağıdan çekiyor.”

Fıkrada Türkler olarak geçiyor, ama ben bunu Türkler, Kürtler, Çerkesler, Lazlar, Gürcüler vb... olarak anlıyorum. Çünkü bu coğrafya insanlarının davranış özellikleri son derece benzerlikler gösteriyor.

***

Bizim insanların gözlerine baktığınızda kırk tilki görürsünüz. Gerçekten dedikleri gibi, kırk tilki gezer de gözlerinin içinde, kırkının da kuyruğu birbirine değmez.

Evine gidersin “hoş geldin” der, ama yine gözlerinde tilkiler görürsün, kapıdan adımını attığın an pişman olmuşsundur gittiğine.

Bir arkadaşım var, benden yaş olarak çok büyük.Bir gün yaşadığı Köln’den gelmişti, bana da uğradı,  görüştük. Şöyle demişti aynen: “Erol, torunum bile çantamı karıştırıyor, bu Almanya’dan gelmiş, para vardır bunda diye.”

İsviçre’nin Lozan kentinde yaşayan arkadaşım Deniz, memleketi Antep’te bulunan akrabalarını ziyaret eder. Birçok da hediye götürmüştür giderken. Akrabaları hediyeleri elleriyle iterek, şöyle derler:

“Boşver hediyeyi. Para yok mu, sen paradan haber ver.”

Deniz şaşkındır, onların gözlerine baktığında bir sürü tilkiyi görür.

Sen kimsin dostum? Gerçekten bilmek, tanımak istiyorum seni. Gözlerinde neden bunca tilki dolaşıyor?

Bu sözlerimi hiç üstüne alınmadığını biliyorum, ama bu defa kaçacak yerin yok dostum, senden bahsediyorum evet senden...

***

Evde diktatör, işyerinde köle, sosyal ortamlarında ise sözde eşitlikçi, özgürlükçüsün. Evinde çocuklarına, eşine karşı acımasız ve bencilsin. İşyerinde herşeyi sineye çekecek kadar zavallı ve acınası bir varlıksın. Derneklerde, sendikalarda, odalarda, partilerde sen varsın. Özgürlüğü, demokrasiyi, şeffaflığı dilinden düşürmezsin. Oralardan çıkıp evine girdiğinde, bir anda kurt adam gibi değişir ve baskıcı, yasakçı bir tirana dönüşürsün.

Demokrasi ve demokratik kelimelerini ağzından düşürmezsin de, nedense bunu bir türlü günlük ilişkilerine uyarlamazsın. Herkes, “emperyalizm ve dış odakların yanlısıdır.” senden başka. Bir tek sen doğrusundur, herşeyi sen bilirsin.

Sana göre gidilmesi gereken tek doğru yol vardır, o da senin gittiğin yoldur. Bu yüzden otoriteni kurduğun yerlerde, farklı düşünceleri dile getirenleri suçlarsın, susturursun.

Senin de devlet gibi resmi ideolojin var dostum.

***

Sen hangisisin? Hepsi birden mi? Yoksa üç yüz yüzünden hangisi daha çok sensin? Sen üç yanlış bir doğru etmezsin dostum. İşte bu sensin.

Emekten çok söz edersin de, fırsat bulduğunda insanların emeklerini yargılayıp bir kalemde çizip geçersin.

Otoriteye karşı çıkarak otorite olduğunda, hemen kılıcını insanların kafasına vurursun.

Evde eşini döversin, aynı zamanda 8 Mart’tada sosyal medyadan kadınların gününü kutlamayı ihmal etmezsin.

En hümanist sensindir, senin yanında kimsenin hükmü bile okunmaz, o kadar hümanistsindir ki, en küçük düşünce farklılığında en yakınındaki insanı gözünü kırpmadan ipe gönderirsin.

Yanındaki insan ayağı takılıp yere düştüğünde, ilk tekmeyi atan da sensin.

“Ben böyle biri miyim?” dediğini duyar gibiyim. Bunu lütfen bana değil de, iş yerindeki, partideki, dernekteki, sendikadaki arkadaşlarına ya da bir zahmet kendi eşine ve çocuklarına sor. Onlar sana gerçekte kim olduğunu söyleyeceklerdir.

O kadar küçülüyorsun ki zaman zaman, mikroskobun altına koysalar seni, eminim görünmezsin.

Ne yazık ki sen üç yanlış bir doğru etmezsin dostum! Her ne kadar burnun büyük olsa da, kendini çok farklı yerlere koysan da ne yazık ki sen işte busun!

Kurnazca 'elektrik alan', aşkı pek takmayan insanlarımız



HAKAN AKSAY - T24

Kurnazca 'elektrik alan', aşkı pek takmayan insanlarımız
Bu ülkede ne kadar aşk var?..

Hani her şeyin "yoksunluk" (eski dilde mahrumiyet) haline alışık, hatta tutkunuz ya: işsizlik, parasızlık, evsizlik, barksızlık, barışsızlık, huzursuzluk falan...

Aşk(sızlık)tan ne haber?..

Lütfen laf ebeliği yapmadan cevap verin ama, "vatan-millet aşkı"na basmakalıp methiyeler düzmeden, dürüstçe söyleyin:

Memleketimizde yeterince aşk var mı sizce?

Şu bildiğiniz aşk!

Bir insanın ötekine vurulması, onu görünce nefessiz kalması, onun hayaliyle uykusuz geceler geçirmesi, onsuz yaşayamayacağını düşünür olması anlamında...

Tamam, bol bol çocuk yapalım, yapalım yapmasına da, benim bildiğim çocuklar aşktan doğardı, bizim aşkla ilgimiz kalmadı, üreme/üretme makinelerine benzedik...

* * *

Kendimce büyük sabır harcayarak evlilik programlarına bakıyorum (izlemiyorum, bakıyorum, hatta çoğu kez "bön bön"). Aşk kelimesi neredeyse hiç telaffuz edilmiyor programlarda. Evlilikler birer ticari proje.

"Elektrik aldın mı, almadın mı?" meselesi var orada. Türkçe'nin sahtekârlaştırılmasında yeni aşama, bu sihirli "elektrik" kelimesi. Adamın parası, evi, arabası yok ise: "Elektrik alamadım; geldiğiniz için teşekkür ederim." (Tercümesi, "Haydi canım, anca gidersin!"). Maddi durumu yerindeyse durum farklı: "Bir çay içelim!" (Tercümesi, "Gel de şu şartları iyice bir netleştirelim bakalım!")

En acıklı bölüm, programa katılanların "beklentileri"ni anlattığı dakikalar. "Dürüst olsun", "fedakâr olsun", "evine bağlı olsun", ya da daha kof ve "manşetlik" anlatımlar: "Adam gibi adam olsun", "yanıma yakışsın", "beni taşıyabilsin"...

İnsanlarımızın hayalleri ne kadar sınırlı, iç dünyaları ne kadar boş, geleceğe dair istekleri ne kadar sığ! Hemen hiçbiri aşkı bilmiyor, dahası - ve en kötüsü - aramıyor gibi.

Hayatlarında, bırakın gerçek aşkı, hiçbir aşk romanıyla çarpılmamışlar, hiçbir aşk şiirinden "elektrik" almamışlar ve numaracıktan gözlerini kapatıp pek bir "hisli" söyledikleri aşk şarkıları onlar için yürek doldurmaya değil, iç boşaltmaya yarayan artistlik anları...

* * *

Türk-Kürt barış sürecinde birçok stratejik araştırma ve önemli tartışmada ciddi ciddi "doğurganlık oranları" ve "nüfus dinamikleri" ele alınıyor. "Kürtler kaç kişi? 10-15 yılda kaç kişi olurlar? Türkiye'nin kaçta kaçı Türkler ve Türk olmayanlar?.."

İçim daralıyor. Hayatım boyunca ulus, ırk, din gibi özellikler paydasında "tasnif edilmek" beni boğdu.

Onca "karma" evlilikten toplumsal bir güç doğmadı mı? Aşkın ateşiyle ulusal farklılıkların eriyip gittiği aileleler, bugüne dek hakkıyla seslerini duyuramadılar mı?

Oysa hayat, Diyarbakırlı Ahmed Arif'in Otuz Üç Kurşun'unu bütün memlekete dağıtmış gibiydi:

"Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız

Karşıyaka köyleri, obalarıyla

Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,

Komşuyuz yaka yakaya

Birbirine karışır tavuklarımız

Bilmezlikten değil, fıkaralıktan..."

Aşkımız siyasetin karşısına çıkacak kadar güç kazanamadı. Bugün de pek yoksul ve cılız duygularımız. Hâlâ kendimizi güvence altına almak için "elektrik almamız", iktidarı mutlu etmek için de 3-5 çocuk yapmamız gerek. Ama aşka inanmayacak kadar "akıllanmış" bakıyor külyutmaz gözlerimiz...

Milliyetçilik ve ırkçılık insanları, aileleri, yürekleri nasıl parçalar, nasıl ezip geçer; hâlâ bunu yeterince yansıtamıyor edebiyatımız, sanatımız...

Türklerin ve Kürtlerin, Ermenilerin ve Yunanların on yıllardır milliyetçiliği aşklarıyla çoğalarak yendiğine veya tersine, ona yenilerek aşklarıyla birlikte eksildiklerine ilişkin o kadar az "sağlam eserimiz" var ki elimizde...

* * *

Geçen yıl Dışişleri Bakanımız, "Rus gelinler iyidir, sayıları artmalı; benim danışmanımın eşi de Rusya'dan; Rus gelinler aile yapımıza uygun" demişti.

Yıl sonunda yine "ihtida" verileriyle "milletçe sevindik"; "hidayete erenler", yani "tek doğru yol olan İslam'ı seçerek bizden biri olanlar" giderek artıyordu; ve onlar arasında Rus gelinler ön sıralardaydı.

Böylece bizim farklılıkları değil aynılaşmayı sevdiğimiz, içimizdeki yabancıları (bütün örneklerde değilse bile, ezici çoğunlukla) şu ya da bu biçimde zorlayarak kendimize benzetmeye çalıştığımız bir kez daha sergilendi.

Oysa aynı dinî inancı paylaşmayan, farklı yerlerde doğup bambaşka kültürlerden gelmiş insanların her türlü engeli geride bırakarak birbirine aşkla bağlanmasının yanında öteki ayrıntıların lafı mı olur!..

Ne var ki bu, toplumumuzun önemli bölümünü ve iktidarı tatmin etmiyor. Onlar aynı cinste olanların kalabalıklaşarak başkalarını ürkütmesine, dünyaya meydan okumasına o kadar meraklılar ki!..

Ve aşktan o kadar uzaklar ki!..

* * *

Sorsan, en kolay kelam edebildikleri konu "aşkın bireysel olmayan halleri". Yani "vatanlarını" çok seviyorlar, bir de "bayraklarını", fazla bilmedikleri "tarihlerini"...

"İnsanlığı" çok seviyorlar, ama tek tek insanları sevmekle ilgili problemleri var. "Toprak almak/vermemek", en büyük ama eennnn büyyüükk bayrağı bir yerlere asmak, ellerine kollarına önderlerinin adıyla imzasını kazımak ve isimlerinin başına "TC" koyarak "şanlı bir direniş sergilemek" refleksleri çok güçlü. Ama ne kırk bin kişinin öldüğü savaş umurlarında, ne de daha binlerce kişinin hayatını kaybetme tehlikesi...

Fakat "seviyorlar". İnsanları değil belki. Ama kavramları. Hayatı da değil. Ama "kutsal" ilkeleri...

Ve pek çoğu, insanı insan yapan gerçek bir aşkı - tüm riskleri, coşkuları ve acılarıyla birlikte - yaşamak için her türlü çılgınlığı yapacak cesarete sahip değil. Bir tek kadın/erkek uğruna her şeyi terk edebilecek kadar büyük bir yürekleri yok.

Ama ilkeleri çok. Akılları fazla...

"Elektrik" denilen şeyin nereden ve nasıl alınması gerektiğini de iyi biliyorlar, yeri geldiğinde.

Lakin aşk...

Şu bildiğiniz aşk!..

Hani bir insanın ötekine vurulması, onu görünce nefessiz kalması, onun hayaliyle uykusuz geceler geçirmesi, onsuz yaşayamayacağını düşünür olması anlamındaki...

Sahi, memleketimizde yeterince aşk var mı?

Gayrısafi millî hasılayı anladık, hane başına ortalama kaç buzdolobı ve televizyon düştüğünü de...

Peki, ne kadar aşk var bu ülkede?..

28 Nisan 2013 Pazar

HELAL-Doğan Cüceloğlu




Amerika'dan gelen bir misafirime su verdim, boğazına kaçtı, öksürdü, “helal” ded...im. Anlamadı. Ne anlama geliyor, diye yüzüme baktı.
Anlatmaya çalıştım. Amerika’da yirmi beş yıl bulunmuş, orada üniversite düzeyinde ders vermiş birisi olarak kavramın bizdeki anlamını veremediğimin farkındaydım. Daha doğrusu Amerikan İngilizcesinde bu denli güçlü bir kavram bulamıyordum. Benim anlatımım yüzeysel kalıyordu; benim dilimdeki o vurucu gücü hiç ifade edemiyordu.
“Helal” kavramını daha iyi anlatabilmek için “haram” kavramını anlatmaya çalıştım. Suyu ben verdim; verdiğim suyu helal ediyorum, bu sana haram değil, sana bir kötülük olmasın, suyumu helal ediyorum, diyerek niyetimi belli ettim. Bu niyet önemli. Bildiğim bir öyküyü anlattım.

Tanıdığım genç kız evlenmeden önce mobilyacıları geziyor ve güzel bir koltuk takımı görüyor. Bu takımı satan kişi belirli bir fiyattan aşağı inmiyor. Genç kız bu takımı çok beğendiğini belli ettiği için çok pişman; beğendiğim için fiyatı yükseltti ve pazarlık güzümü kaybettim, diye düşünüyor.
Bütün çabalarına rağmen fiyatı düşüremeyince genç kız, peki, alıyorum, ama hakkımı sana helal etmiyorum, diyor. Adam soğukkanlılıkla, Hanım kızım, o zaman bu koltuk satılık değil, sana satmıyorum, diyor. Üniversite bitirmiş, modern kız, niye satmayacakmışsınız, parasını veriyorum ya, gayet tabii satacaksınız, diyor. Adam gayet sakin, artık satılık değil, diyerek sırtını dönüp o yokmuş gibi davranıyor.
Ve bu çağdaş Türk kızı kulaklarına, gözlerine inanamıyor. Ağlayarak babasına gidiyor; durumu anlatıyor. Baba, kızım sen ne yaptın, esnafa öyle konuşulur mu, diyerek devreye giriyor. Yanına bir de tanıdığı müftüyü alarak mobilyacıya gidiyor. Neticede genç kız babasının ve müftünün şahitliğinde, “verdiği parayı canı gönülden helal ettiğini,” ifade ederek istediği mobilyayı satın alabiliyor.
Bu genç kız o dönem asistanım olarak çalışıyordu, bu öyküyü tüm ayrıntılarıyla biliyorum. Amerikalı misafirime bu öyküyü anlattım. Benim su içmemle bunun ne alakası var, gibisinden baktı.
Suyu sana helal ediyorum, için rahat olsun dedim. Helal etmesen ne olur, dedi. “Kul hakkıyla karşıma gelmeyin” anlayışından söz ettim. Dikkatle dinledi. Bu dediğin bir değer olarak yaşıyor mu, yoksa bir slogan gibi konuşulan alışkanlık haline gelmiş bir söz mü, diye sordu.
Ne fark eder eder, diye sordum.
Gerçekten bir değer olarak yaşıyorsa sizin ülkenizde rüşvet ve hak yeme olmaması gerekir, insanların birbirini kazıklamadığı bir toplum olmanız gerekir, diye düşünüyorum dedi.
Yüzüne baktım. Göz göze bakıştık. Yalan söyleyemedim. Biz dedim, yalan söyler, kazık atar ve hak yeriz. Ama dürüstlüğü dilimizden hiç düşürmeyiz. Güçsüzsen, arkan yoksa, sıradan bir vatandaşsan, bu ülkede hakkını araman çok zor, hakkını elde etmen daha da zor. Örneğin, rüşvet vermeden bir inşaat ruhsatı alman mümkün değildir. Ve bunu herkes bilir. Rüşvet alanların çoğu oruç tutar, rüşvet alan belediyeler ramazanda iftar sofraları kurar. Ve bu sofralarda hakkını helal etmekle ilgili konuşursan, Yüce Allah’ın “karşıma kul hakkıyla çıkmayın,” dediği bir dinimiz olduğu söylenir. Bunu rüşvet alanlar söyler. Söylediğimiz yalana inanana enayi olarak bakarız ve onu kazıklamaya hak kazanırız. Ama senin içtiğin suyu helal etmeyi de ihmal etmeyiz.
Peki, neden böyle, diye sordu.
Çünkü biz inanırmış gibi konuşmaya önem veririz, ama konuştuğumuz gibi yaşamaya önem vermeyiz, dedim. “Mış Gibi Yaşamlar” adında bir kitabım olduğunu ve orada anlattığımı söyledim. Mış gibi tanımını anlamakta zorlandı, ama sonunda anladı.
Neden mış gibi, diye sordu. Güldüm, çok sorma, suyumu haram ederim, dedim.
Doğan Cüceloğlu (29.08.2010)

27 Nisan 2013 Cumartesi

Öğrenmesi gerekli, biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını...!


Öğret Ona

Öğrenmesi gerekli, biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını...!
Fakat şunu da öğret ona; her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini adamış bir lider vardır.

Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen ona,
Kazanılan bir liranın,bulunan beş liradan daha değerli olduğunu öğret.

Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı.

Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen,
Sessiz kahkahaların gizemini öğret ona.

Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını...

Eğer yapabilirsen, ona kitapların muzicelerini öğret.
Fakat ona sessiz zamanlar da tanı.
Gökyüzündeki kuşların, güneşin altındaki arıların,
ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği.

Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha
onurlu olduğunu öğret ona.

Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret.
Herkes ona yanlış olduğunu söylediğin de dahi.

Tüm insanları dinlemesini öğret ona,
Fakat tüm söylediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini,
ve sadece iyi olanları almasını da öğret.

Eğer yapabilirsen, üzüldüğün de bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona.

Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.

Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını,
Fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.

Uğultulu bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona.

Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa,
dimdik dikilip savaşmasını öğret.
*Abraham Lincoln

20 Nisan 2013 Cumartesi

GÜNÜN ANLAMI


GÜNÜN ANLAMI


Andrei Tarkovsky-- Bir Delinin Haykırışı--Nostalghia(Türkçe Altyazı)-Far...

Domenico burada, Bagno Vignoni'nin delisi.
Hayır, onun deli olmadığını biliyorum.
Öyleydi, bunu anlayacaksın.
O burada Roma'da, bir gösteri için.
Üç gündür konuşmalar yapıyor.
...

Nasıl gidiyor?
Kalbin nasıl?
Bilmiyorum, sınıra dayandım.
İçimde hangi atam konuşuyor?
Hem aklımda hem de bedenimde...
Aynı anda ayrılamam.
Bu yüzden tek kişi olamıyorum.
Kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum.
Fazla büyük usta kalmadı.
Zamanımızın gerçek kötülüğü budur.
Kalbin yolları gölgelerle kaplanmış.
Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz.
Okul duvarları, asfalt ve refah reklâmlarının
Uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere...
Böceklerin vızıltıları girmeli.

Her birimizin gözlerini ve kulaklarını...
Büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız.
Birisi piramitleri yapacağımızı haykırmalı.
Yapmamamızın bir önemi yok!
O isteği beslemeliyiz...
Ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz...
Sınırsız bir çarşaf gibi.
Dünyanın ilerlemesini istiyorsanız...
El ele vermeliyiz.
Sözüm ona sağlıklıları...
Sözüm ona hastalarla karıştırmalıyız.

Siz sağlıklı olanlar!
Sağlığınız ne anlama gelir?
İnsanoğlunun bütün gözleri, içine...
Daldığımız çukura bakıyor.
Özgürlük faydasızdır...
Eğer gözlerimizin içine bakmaya...
Yemeye, içmeye ve...
Bizimle yatmaya cesaretiniz yoksa!
Dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler...
Sözüm ona sağlıklı olanlardır.

19 Nisan 2013 Cuma

yalnızlık.


yalnızlık.
her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır insanın bir yaşama sırasında
tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir
kıymetini bilmelidir, dedi.
yalnızdır insan
hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır.
kalabalık yalnızlıklar, yalnız kalabalıklar oluşur, şehir şehir ülke ülke.
kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık da.
insan bir ölümü istemez, bir de ondan beter bir yalnızlığı
ama ikisi de muhakkak gelir başına bir yalnız yaşama sırasında.
ölümün değil ama yalnızlığın bir tek çaresi var, dedi.
tek çaresi aşktır bir yalnız yaşama sırasında nefes almanın
aşk da zaten iki yalnızın ortak bir yalnızlıkta buluşmasıdır, dedi
aşık olun!
gösterin birbirinize yalnızlıklarınızı
nasılsa ayrılık insanın tek kişilik yalnızlığını özlemesi.
sade ölüm değil, ayrılık da yaşamın emri..



evet söyledi
ya da ben duydum
duyduğuma göre elbet bir ses söyledi bu söylendikçe usulen söylenir olan sözleri.
evet duydum söyledi
her duyduğumda ağladım
pek çok ağlayışım sırasında duydum.
kalbim tutanak tuttu duyduklarıma
soruldu, dedi, cevap alındı
yaşamak, dedi, tek marifetiniz -biraz özen gösteriniz.
zulüm kimse zalimlik yapmayınca biter -mazlumlar dahil, dedi.
ama yapmayın, o daha bir çocuk, dedi tanrı..

ya gördüm neyleyim
insanlar vardı duvarın içinde.
ya ben hep duvara konuştum
ya da duvar değil konuştuğum, içinde insanlar var.
nedense beni anlasın istedim içinde insan olan duvarlar.
bilmiyorum,
belki de ben gerçekten delirdim
onlar haklı belki de.
içinde değil duvarların insanlar
sadece arasındalar..

(Yılmaz Erdoğan'ın kaleminden "Bana Bir Şeyhler Oluyor" adlı oyunun sonundaki müthiş Altan Erkekli yorumlu tiraddır.)


GÜNÜN ANLAMI


GÜNÜN ANLAMI




7 Nisan 2013 Pazar

İNSAN KENDİSİNİN SÜRGÜNÜDÜR….


 İnsan bazen düşünemeden veya doğruluğuna inandıklarını uygulama aşamasında yanılgıları yada istemediği olaylarla karşılaşabilir..
Tam terside olabilir isteksizce bir uygulamada  sevinçleri yaşayabilir ve içinde sevinçlerini yaşatarak hep orada kalmasını ister.
Zaman hiç bir vakit durmadı ki...
 Hergün yeni bir gün olarak uyanır geceden bıraktıklarınla.
Birde acılar vardır unutmak istediğin ama bir türlü başaramadığın,geceler boyu uyutmaz seni,uyumaya çalışsan da karabasandır rahat vermez. O nedenle" hüzünlerin hiç bir zaman sabahı olamaz"...

Hep peşindedir hüzünler,umutsuzluk,yanılgı kaçsan da kurtulamazsın. Güneşin hiç bir zaman ısıtmaz yüreğini,hep üşür. Böyle zamanlarda yorgun hissedersin dayanamaz dersin yüreğim bunca acılara,belki de bir kaçış düşlersin.
Bu kaçışların beynindeki sürgünlerine yeni bir yol almaktır.
Yeni sürgünlere hazırlanırken benliğin, sanki hep hazır bekliyordur götüreceklerini. 
Elbiselerin,ayakkabıların,gömleklerin,ayrılıkların,fotoğrafların ve bir tek şey seni alıkoymaktadır o da yeni düş kırıklıkları,..
Acıları tekrar baştan yaşayabilme korkuları, karamsarlıkların; geceler boyu uykusuzluğunu yaşamak korkutur seni…

Bu ilk değildir kaçışların kendinden,
Başkada seçenek bulamazsın sürgünden diğer sürgünlere yol almaktan…
Ah! o yüreğin ki ne acılar yaşamıştır içinde boğduğun...
O yüreğin ki bir daha dönüşümü olmayan ne hatalar yapmıştır yaşamını biçimlendirirken...
Bir daha yapmayacağım diye pişmanlıklarınla doludur ...
Ne vefasızlıklar görmüştür umulmadık zamanlarda,umulmadık insanlardan...
Kırıldın,üzüldün,bitti dediğin anda hiç bir şey olmamış gibi kapını çaldılar ve sen yine hoş geldin dediğin.
Oysa ki yüreğini acıtan yaralar hiç kapanmadı ki...

Üzüntülerindir günler boyu kederi dinmeyen içindeki küfürlerin…
O yüreğinki ayrılıkları nedensiz yaşamıştır..

Bir tek aşkım diyebileceğin aşklar yaşamamışsındır. 
Yaşasan da beynindeki sürgünler izin vermemiştir ötesini yaşamaya,
Yorgunsun bedeninle kalkamazsın,
Kavgalısındır sabahlarla,
Kırgındır yaşam sana, sen yaşama...

Bu sefer kesin gitmen gerekliliğini düşünürsün kendi sürgünlerine.
Ve seni böylesine yeni bir sürgüne itenleri kimse yine anlamayacaktır.
Dostun yoktur, dostluklar zedelenmiş artık…
Arkadaşlık, sırdaşlık, yoldaşlık mazideki fotoğraflardadır...
Hayallerin, umutların hep 80 öncesinde kaldı. Nostalji sevdalar, nostalji baharlar, şarkılar, içerken ağlamak bile nostaljik oldu şimdi ki zamanda…
Gerçi sende o yıllarda kalan benliğini silemediğinden, değerleri yok sayamadığından sürgünlerini hala yaşıyorsun besbelli ama! Kabullenmelisin ki şimdikiler duyarsız, umursamaz küçük dünyalarında yalanlarıyla yaşamayı seviyorlar...
Eskiden halk evleri vardı, bilimden,felsefeden, dünyadan, haberin olsun diye ve parasızdı bilgi edinmenin bedeli. Şimdi ise dersaneler var tek tip asosyal insanlar için.
Sıralar oluşurdu gazete bayilerinde ilk haberi ben okuyayım, okunmak içindi gazeteler, şimdi öylemi? yalan haberlerini satabilmek için sıralanıyorlar insanların peşlerine...
Eskiden aydın olmanın ağırlığı vardı, her şeyi göze alırdı, hapisleri, vurulmayı, aç kalmayı, Şimdi ise aydın olmak parayla eş değer görülmeye başlandı...
Eskiden sevdalar yaşanırdı günlerce, aylarca, yıllarca ve sevdalanmak bu derece ayaklar altına alınıp, ertesi gün unutulamazdı. Şimdi ise sevdalar saniyelerle yaşanmaya başlandı...
Eskiden öğretmenler; yerden yazılı bir şey bulursan oku derdi, şimdi ise yerden çocuklar ekmek, petşise, çöp topluyorlar...
Eskiden mahalle çeşmelerimiz vardı suları her zaman soğuk, ağzımızı dayayıp içerdik de, komşular bakır tas verip kızarlardı, ağzınızı dayamayın diye, şimdi ise; içtiğimiz sulara kanalizasyon karıştı, parayla içiyoruz petlenmiş suları...
Eskiden kâğıt helvalarımız vardı, okul önlerinde satılan iştahla yediğimiz. Şimdi ise; patlamış mısırımız; popcorn..
köfte ekmeğimiz; hamburger adında..
lahmacunumuz; pizza oldu paketlenerek...
Her şeyimiz bir pakete yerleştirildi,ruhumuz,benliğimiz,kişiliğimiz paketler halinde maskelendi ve maskelerimizde yalnızlığı yaşıyoruz tek başına ve korkuyoruz maskemizi çıkarmaktan. Belki çıkarsak yaşamla tekrar barışsak, özeleştirilerimizi yapsak,kendimizle barışsak daha rahat yaşamla yaşamaktan... Oysa ki tüketerek yaşıyoruz,yaşamı...
İşin kötüsü; tek başına tüketiyoruz..
Paylaşmayı, paylaşamıyoruz...
Belki de sindiremediğin bunlar değil mi?..
Oysaki senin zayıf dediğin yüreğin cesur, yapamam dediklerin en yaptıkların. Gidemem dediklerin gittiğin yerler olup, dayanamam dediklerinse, en direnç gösterdiklerin değil mi?..
Ve aynı acılara gebe olsa da yeni bir sürgüne hazırdır yüreğin dirençlerinle.
Öyle değil mi ?..
İnsan kendisi hazırlar kendi sürgünlerini.
Çıkışın; yalnızlığındadır sürgünlerden kurtulmanın…
Mehmet Ozan