İNSAN DÜŞÜNEN VARLIKTIR.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Zaman - Can Dündar

Zaman - Can Dündar



 Bizim ak sakallı ihtiyar yine çıkageldi dün... Her sene geldiği gün... aynı saatte... Aculdu. Telaş içinde konuştu benle...
 Dedim: "Hayrola acelen ne?"
 "Acelem yok" dedi, "Ben her zamanki tempomdayım, ama sana hızlı gibi gelmeye başladım"
"Dönüp bakıyorum da, amma yol katetmişiz seninle" dedim, "Nasıl geçtik onca yoldan anlayamadım."
 Güldü: "Başta anlayamaz insan” dedi, "... anladığında da çok geç olur” "Tempona ayak uydurmak zo\"dedim, "Boyuna koşturuyorsun. Biz uykudayken bile durup dilenmiyorsun. Sen hızla ilerlerken, biz geriliyoruz mütemadiyen... Koşarken yıpratıyorsun bizi... Kesiyorsun nefesimizi... Acelen ne? Ağır ol biraz...! Hiç geri dönüp bakmaz mısın? Yarını takmaz mısın? Oturup soluklanmaz mısın?"
 Çok görüp geçirmiş ihsanlara mahsus bir merhametle baktı gözleri... Hakim, sakin ve mutedil... dinledi öfkemi...
* * *
 "İnsafsız, duraksız, fasılasız aktın.
 Ardında binlerce yitik düş, kırık hayal bıraktın. Direndik sana karşı... Ezberledik, geçmiş, gelecek, geniş hallerini... şimdiki halimize derman olur diye... Oysa senin halin değil, bizimkiydi değişen...
 Fotoğraflarda durdurmaya, albümlere hapsetmeye çalıştık seni... Ziyan etmemeye çalıştık hiçbir saniyeni... Koştuk panik içinde... düşe kalka, ağlaya sızlaya, oynaya güle... Yarıştık seninle... Kazandım sananların tacı, bir perçem ak olup düştü başlarına... Çaresiz, barıştık seninle... Lakin gün oldu, isyan ettik, herkese ayrı işleyen adaletine..."
Kızdı bu lafa ihtiyar... Diklendi: "-Aynı hızda yürürüm ben hep, ayrıcalık tanımam kimseye..." diye kestirip artı. "Krallar bile dayanamadı hızıma..." "-Hadi canım" dedim.“Kimine alabildiğine cömertsin, kimine gelince kör olası bir cimri... kum saatin akar deli gibi..."
 "- Ben değilim müsebbibi..." diyecek oldu... Fırsat vermedim savunmasına...
 "- Gerçekten adilsen eğer, söylesene niye en mutlu olduğumuz an ışıktan hızlısın.... acı çektiğimizde kaplumbağadan yavaş...?"
* * *
 "- Anlaşıldı mesele..." dedi. "iyisi mi ben sana bir yardımcımı yollayayım. 'Sabır'dır adı... Merhemidir yarattığım tahribatın..."
 Omuz silktim:
"Ben sabır istemiyorum, rehaveti özlüyorum" dedim. "Senin o tükenmez gibi göründüğün, hesaba gelmediğin halini, eski aheste akışını, günün bir türlü batmak bilmediği o sohbeti bol yaz akşamlarını, o dolunayda yıldız yıldız gülümseyen uzun lacivert geceleri, salkım saçak güneş altında ışıkla özgürce seviştiğimiz nihayetsiz ve meşakkatsiz günleri, bahçede öğle uykularında saçımı okşayan şefkatli eli, babamın itinayla kurduğu saatten evinden geniş aralıklarla kafasını çıkarıp neşeyle guguklayan kuşun mesut, müjdeli sesini özlüyorum..."
 "- Seni anladım" dedi ak saçlı ihtiyar, "yapabileceğim tek iyiliği yaptım sanıyordum. Hafızanı körelttim diye biliyordum. Sabra sığınmıyorsan, unutmaktır en iyisi..."
** *
 Oysa ben, her daim sabırsız ve aslında harfiyen hatırlayarak, dünün bol vakitlerini, doyumsuz sohbetlerini, telaşsız saatlerini, saadeti hüzünle yoğurarak geçtim ihtiyar adamın süzgecinden...
 Ben, onu gemleyemedim, o demledi beni... Olgunlaştım; basarak üzerine birikmiş bütün yırtık takvim yapraklarının, yıllar yılı aynı çemberde dolanmaktan başı dönmüş akrep ve yelkovanların, o incecik delikten biteviye süzülmüş kumların, evine gire çıka ötmekten sesi kısılmış yorgun guguk kuşlarının, batmış onca güneşin, parıldamış bunca ay ışığının, hilalin ve fecrin, uğruna savaşılmış dostların, birbirine karışarak yanıp sönen kahkahalarla gözyaşlarının, yazılmış, yazılamamış bunca satırın, tutulmuş tutulamamış onca sözün, dediklerimin, diyemediklerimin, bir an önce bitmesini istediğim, hiç bitmesin diye dualar ettiğim anların, koşuda çabuk yorulanların ya da koşmaya hiç niyeti olmayanların... sevaplarımın, günahlarımın, hatalarımın...
 ... süzüldüm imbiğinden...

* * *

 "- Geç... istediğin gibi seç... ister ağır aksak, ister koşar adım" dedim bizim ihtiyara... "Bu dönüşü olmayan yolculukta ya gideriz, ya gitmeyiz bir bu kadar daha..." "Yanılıyorsun dostum" dedi ihtiyar, "... kalıcıyım ben..., asıl sensin geçen..."
 Sonra, sesindeki yakıcılığın farkına vararak belki, kulunuzu teselliye girişti: "- Sana hazırladığım sürprize bak: Doğum günündü dün; babalar günü yarın. Babanın oğluydun dün; oğlunun babasısın bugün... Hayat, kıymetini bilirsen, nihayetsiz bir düğün..."
 Dedi ve uzaklaştı: Çevirirken bir kez daha kum saatini baş aşağı... şükranla adını fısıldadım ardından...
"Zaman..!"
 Can DÜNDAR

Uçurum

Uçurum


 Gece yarısıydı. Arabadaydım. Radyo Maydonoz'da Selim gazete köşelerinden internete yayılmış bir öykü­yü anlatıyordu. Kulak kesildim:
 "Bir sonbahar günü Londra'daki doktor muayenehanesinin bekleme odasında otu­ran adam, yaprakların dökülmesini hüzün­lü bir gülümsemeyle seyrediyordu. Biraz sonra muayene odasında doktor, teşhisi açıkladı kendisine:
 '- Bay Winkelman, beyninizde bir ur var. Hemen ameliyat olmalısınız.'
 Yüz hatları gerildi Winkelman'ın:
 '- İngiltere'de bu ameliyatı yapabi­lecek doktor var mı' diye sordu.
 '- Amerika'da yaşadığınıza göre orada olmanızı öneririm' dedi doktor; 'Zaten sizi ameliyat edebilecek tek operatör olan Charles Wronkow da orada yaşıyor.
 Winkelman teşekkür edip ayrıldı. Ote­le giderken derin derin düşünüyor ve yere dökülen yaprakları ayaklarıyla yavaşça iti­yordu.
 Birkaç gün sonra gazeteler tanınmış Amerikalı operatör Charles Wronkow'un İngiltere'de tatilini geçirirken intihar ettiği haberini verdiler.
 Polis, böyle tanınmış bir doktorun ne­den Wilkelman adı altında, Londra'nın yoksul bir mahallesindeki otelde kaldığını merak ediyordu."

* * *

 Bu öyküyü dinlediğim gecenin sabahın­da gazeteler Reve Favaloro'nun intihar haberini duyurmuşlardı.
 Favaloro, 1967'de bulduğu by-pass yöntemiyle kalp ameliyatlarında bir çığır açan ve milyonlarca hastayı kurtaran Ar­jantinli cerrahtı. Buenos Aires'teki muhte­şem villasında kalbine sıktığı tek kurşunla son vermişti hayatına...
 Milyonların kalbine giden kanalları açan bir insanın, kendi yüreğindeki tıkanmaya deva bulamaması ve sonunda onu kurşun­layarak susturması ne trajik bir final!..
 Bütün bir salonu gülmekten kırıp geçir­dikten sonra çekildiği makyaj odasında ses­sizce ağlayan bir palyaço gibi... Çevremize yaydığımız ışıktan biz nasiplenemeyiz çoğu zaman... insanın sözü geçmez, gücü yetmez ba­zen kendine...
 En güzel aşk filmlerinde oynayan kadın, alabildiğine mutsuzdur bakarsanız...
 Diline doladığı herkesin iç dünyasını ka­lemiyle didikleyen yazar, kendi içindeki keş­mekeşi tariften acizdir.
 Cemaate iman telkin ederken içten içe Tanrı'yı sorgulamaya başlamış bir din ada­mı kadar çaresiz, kıvranır insan...
 Yalnızlık korkusunu bastırmak için ömrü boyunca sayısız kadına tutulmuş bir Kazanova'nın sonunda anavatanı yalnızlığa dönmesi,
 ...ya da cehennemi bir cephede gün bo­yu askerlerine cesaret aşılayan kumandanın gece karargahta korkudan titremesi gibi,
 ...en yakından tanıdığı zaafı, en güven­diği yanına yakıştıramaz insan:
 ...ve kendini en bildiği yerinden vurur: Kalpse kalp; beyinse beyin...
 ...bir kurşunla durur.

* * *

 Çünkü en beteridir kendisiyle savaşan­ların, kendine yenilmesi...
 İnanmadan din adamı olarak kalamaz­sınız; sevmeden aşık rolü oynayamaz,cesa­retsiz savaşamazsınız; beyninizde bir urla beyinlere deva, kalbinizde kanayan bir ya­rayla kalplere şifa taşıyamazsınız.
 Bu kuşatmayı yarmak için o "zaaf”ları­nızı yok etmek zorundasınızdır; çoğu kez kendinizden vazgeçmek pahasına...
insan, kendine rağmen gider o zaman...
gençliğinde nice cana kıydığı kılıcının üzerine karnıyla yatıveren yaşlı bir Samuray savaşçısı ya da intihar için artık hükmedemediği tanıdık bir mikrofonu seçen Zeki Müren gibi, ölümü beklemeden onun kol­larına koşar.
 Bazen uluorta, bazen yapayalnız,
 ...uçsuz bucaksız bir boşluğa akar...
 Malum; "uzun süre uçuruma bakar­san, uçurum da senin içine bakar."
 Can DÜNDAR

9 Nisan 2010 Cuma

Hepsi ödenmiştir...

Küçük çocuk,annesine geldi ve ona kağıdı uzattı.
annesi ellerini önlüğüne kuruladıktan sonra kağıdı okumaya başladı:

çimleri biçtigim için 5 dolar
bu hafta odamı temizlediğim çin 1 dolar
alışverişe gittigim için 50 sent
çöpü attıgım için 1 dolar
iyi bir karne getirdigim için 5 dolar
küçük kardeşime baktıgım için 25 sent
bahçeyi temizledigim için 2 dolar

Toplam borç 14 dolar 75 sent

Annesi umutla kendisine bakan ogluna döndü. eline bir kalem aldı,kagıdın arka yüzünü çevirdi ve şunları yazdı:

Seni 9 ay karnımda taşıdım : bedava,
hasta oldugunda başını bekledim,elimden geleni yaptım, senin için dua ettim: bedava,
yıllar boyu degişik nedenlerle senin için göz yaşı döktüm: bedava,
senin için geceler boyu kaygı duyup,uykusuz kaldım: bedava,
oyuncaklarını topladım,yemegini hazırladım,giysilerini yıkadım,ütüledim: bedava yavrum,ve bunların hepsini topladıgın zaman gercek sevginin bedelinin olmadıgını görürsün. bedavadır
çünkü.
Çocuk, annesinin yazdıklarını okuyunca gözleri doldu. annesine baktı ve " annecigim ,seni seviyorum." dedi. sonra annesinin elinden kalemi aldı ve kagıda büyük harflerle sunları yazdı:

"Hepsi Ödenmiştir!"

sağlam tarafına oturuyoruz..

Mut'un bir dag koyunde dostlarla birlikte gezerken yasli bir kari kocayi
gordum.. Baktim bir kanepenin uzerinde oturuyorlar... 

Iyice yaklastigimda tezekten yapilmis evlerinin bahcesinde oturduklari kanepenin bir tarafinin tamamen kirik oldugunu, kanepenin saglam tarafina sIkisarak oturduklarini
ve sohbet ettiklerini anladim.
Yuzlerinde bir tebessum vardi..
Evin halinden ve kari kocanin kilik kiyafetinden maddi durumlarinin hic
iyi olmadigi ve yeni bir kanepe alacak guclerinin olmadigi hemen anlasiliyordu...
Selamlastiktan sonra, 'Kanepe kirilmis' dedim... 

Yasli adam buyuk bir bilgelikle cevap verdi, ' Biz de saglam tarafina oturuyoruz... Yetiyor bize..'
Kadin da tamamladi, ' He ya yetiyor bize bak ne guzel oturuyoruz'
Sevdigimin elini daha sIki sIki tuttum...
Oyle ya,' Ask bu kanepe neden kirik, neden yeni bir kanepe almiyoruz' diye
dirdir etmek, sIkayet etmek yerine, 'Kanepenin saglam tarafini paylasmak'
degil midir?...

.(ama ben onun kim olduğunu biliyorum)


Yaşlı bir bey, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken, bir bisikletlinin çarpmasıyla yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış.Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar.

Hemşireler, önce pansuman yapmışlar ve 'biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini' söylemişler.Yaşlı bey huzursuzlanmış; "acelesi olduğunu, röntgen istemediğini" söylemiş.

Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar.

- Eşim huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum.

- Eşinize haber iletir gecikeceğinizi söyleriz.

Yaşlı adam üzgün bir ifade ile;

- Ne yazık ki karım Alzheimer hastası hiç bir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor.

Hemşireler hayretle;

- Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden hergün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?

Adam buruk bir sesle;

- Ama ben onun kim olduğunu biliyorum.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Her Seçim Bir Kaybediştir

Her seçim bir kaybediştir. Her tercih bir vazgeçiştir çünkü... 




Sabah işe gitmekle, yatakta nefis bir miskinlik fırsatından vazgeçmiş olursunuz. Kalkar kalkmaz hayat bin bir seçeneği dayar burnunuzun ucuna...
'Ne giysem' telaşından, öğle yemeğinde 'Ne alırdınız? ' diye başucunuzda biten garsona, 'hangi kanaldaki filmi izlesem' kararsızlığından, 'bize oy verin' diye bağrışan partilere kadar her şey, herkes, her an sizi ısrarla bir tercihe zorlar. Yastığınıza teslim olmuşsanız, belki dışarıda ışıl ışıl bir günden vazgeçmiş olursunuz.
Bahar esintileri taşıyan bir elbise belki o gün yaşamınızı ışıldatabilecekken, ağırbaşlı bir sadeliğe karar vermekle muhtemel bir tanışıklığı tepersiniz. Belki yemediğiniz musakka, ısmarladığınız İzmir köfteden daha lezzetlidir. Ya da öbür kanaldaki film, o anki ruh halinize daha uygundur. Ama yasam, vazgeçtiğiniz şeye ilişkin ipucu vermez. Geri dönüp, o günü gökkuşağı desenli bir elbiseyle yeniden yasama şansınız yoktur. Bu seçim oyununda vazgeçtiğiniz şey, seçtiğinizden daha değerliyse pişmanlık kaçınılmazdır. Ama neyin değerli olduğunun kararı da yine size aittir.
Ve vazgeçtiğiniz şey bazen bir saray, bazen şöhret sahnesinin parıltılı neonları da olsa, çoğu zaman gözünüz hiç arkada kalmaz. Çünkü duvarlarına sevdiğinizin kokusu sinmiş bir ev ya da sevdiğiniz kadınla paylaşamadığınız bir saray sizin borsada kolay feda edilebilir değerlerdendir. Hayata bir başka gözle bakmayı öğrendiyseniz, bu seçimde kazandıklarını sananlara yalnızca acıyarak gülümsersiniz. Her şeyin sıradanlaştığı bir dünyada bazen kaybetmek en doğru seçimdir.
Ve o dünyada en yerinde tercih; vazgeçiştir.

HERKESİN BİR KİMSESİ VAR;BİR DE KİMSESİZLİĞİ-YILMAZ ODABAŞI

“Herkesin bir Feride’si vardır ben bilmez miyim
Herkesin bir ayakkabısı gibi bir de şarkısı
Herkesin bir kimsesi vardır ben bilmez miyim
Bir de kimsesizliği…”
diye yazmıştım Feride adlı şiir kitabımda. “Sahi, herkesin bir kimsesi var mıdır? Benim yok” diye sormuştu bir okur da yanıtlayamadığım mektubunda.
Bütün gelenlere, gidenlere, insandan yana pişmanlıklara, yalnızlıklara rağmen, herkesin “biri” ya da “birileri” kalır… Herkesin “birileri”, “kimseleri” olmalı ve kalmalıdır ki, herkes kendi ıssızlığında avunsun; insan kendini avutan bir şeydir…
Bir zamanlar kendime: “Hayatı anlamak mı, hayatı yaşamak mı?” diye sormuş ve anlamayı, dahası anlamaya çalışmayı ve anladıklarımı da yazmayı seçtiğimde, orada kimsesizliğimin, kimselerimden hakiki olduğunu bütün çıplaklığıyla görmüştüm; ben aslında o gün bugündür kimsesizim… Bu yüzden birileri, olsa olsa kimsem değil, kimsesizliğim oluyor benim…
Hayat ve ilişkiler, kimsesizliğinizi kavramanız için çok fırsat sunar size; gerisi size kalmıştır…Ya inanır ya da avunmayı sürdürürsünüz.Bu konuda gerçekten özgürsünüzdür.
Hayatı yaşamayı -veya hem anlamayı hem de yaşamayı- birlikte yeğleyen biri için, kimsesizliğin ıssızlığına yer açabilmek, buna inanmak, bunu kabullenmek doğrusu katlanılır gibi değildir. Bu yüzdendir ki, bütün gelenlere, gidenlere rağmen “herkesin bir kimsesi” kalır; kalmalıdır ki herkesin yaşamı hem yaşanabilir, hem anlaşılabilir, hem de katlanılabilir bir şey olsun…
Belki bu yüzden Dünya’nın yarısı, öbür yarısının kimsesidir…
Dünyanın yarısı, öbür yarısını öper.
Dünyanın yarısı öbür yarısını dolandırarak yaşar.
Dünyanın yarısı mazlumdur, yarısı zalim.
Bunlar, çatışmak zorundadırlar; çatışma hep sürer…
Deliler, şizofrenler, filozoflar ve şairler dışında herkesin bir “kimsesi” vardır; tabii bir de genellikle yok sayılan kimsesizliği… Çünkü insan, hep kimsesine bakan, kimsesizliğini ise inadına yadsıyandır… Bu yüzden “derdini söylemekle ona çare bulmanın aynı şey olmadığını” anlayıncaya dek, hep ağlaya sızlaya koşar dururlar kimselerine; çünkü insan, sürekli avunması ve avutulması gereken bir varlıktır.
Evet, herkesin bir kimsesi bir de kimsesizliği vardır; hangisini seçmek, hangisini görmek ve hangisine inanmak isterseniz orada kalırsınız…

… Orada!

YILMAZ ODABAŞI

4 Nisan 2010 Pazar

EVLİLİK FİDANI

Yeni evli bir çift vardı. Evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi. Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. Son zamanlarda o kadar sık olmasa da,
evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi.
Ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkasına yetiyordu.
Bir akşam oturup ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler. Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar.
Erkek, "Aklıma bir fikir geldi" dedi. "Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım."
Bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gitti. Ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler.
Aradan bir ay geçti. Bir gece bahçede karşılaştılar. Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı.

2 Nisan 2010 Cuma

mektup


Öyle içimdesin ki. Yanağımda dolaşan rüzgardan daha gerçek dokunuşların. Küçük, ürkek, kesik dokunuşlarınla, belki de her zamankinden daha yanım -dasın. Yani öylesine, o kadar bensin ki. Ah nasıl anlatsam. Boşuna bu çabalarım, doğru kelimeleri aramalarım. Ne kitaplar yazıyor, ne de sözlüklerde karşılığı var. Yalnızca hissediyor insan, yaşıyor. Kelimeler eksik, kelimeler yaralı. Kelimeler cılız.
Taşımıyor, anlatmıyor, tanımlamıyor bu duyguyu. Ben de. Çok başka bir şey. Sevginin ortasında, derin acılar hisseder mi insan? Aydınlık gülüm- semelerin içine, hüznü yerleştirir mi durup dururken? Gözlerine buğu,diline sitem, yüreğine burukluk, çöreklenir kalır mı asırlarca?
Gelmeyeceğini bildiği mektup için, posta kutusunu hep aynı heyecanla açar mı? Dedim ya, başka bir şey bu. Ne kadar yalnızsam, o kadar seninleyim şu günlerde. Belki de en başta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar. Kimseler ulaşmasın diye, kimselerin bilmediği, bulamayacağı yollara götürdüm seni. En derinlerde tuttum. Bana sakladım. Derine, hep daha derine.
Seni yapayalnız, bir tek bana bıraktım. Paylaşamadım yanlış yaptım. Sana ulaşan yolları kaybettim diye bütün bu şaşkınlıklar. Kendimi oradan oraya vurmam. Sağımda, solumda, ne zaman dikildiğini bilmediğim duvarlara çarpmam, hiç görmediğim çukurlarla boğuşmam. Denizlerin, gürültüyle gelip vurduğu dehlizlerin, acılı duvarları gibiyim.
Duvarlarım yosunlu, duvarlarım kaygan, duvarlarımdan hiç tükenmeyen sular sızıyor. Tutunamıyorum. Renklerim, gün içinde değişiyor. Soluyorum, soğuyorum. Güneş ulaşmıyor içerilerime. Küfleniyorum, yaşlanıyorum. Yalnızlıklar peşimde. Dokunduğum her ıslak duvardan, pis kokulu bir yalnızlık bulaşıyor üstüme. Yapış yapış, vıcık vıcık bir yalnızlık bu. Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum.
Seni sakladığım yere ulaşamaz oldum. Yollar, gitgide uzadı ve karıştı. Ümidimi ısıtacak, parlatacak, kımıldatacak bir şeylere ihtiyacım var. Ah onun ne olduğunu biliyorum. Sonu sana geliyor her cümlenin. Her şeyin başı içinde ve sonundasın. Bu değişmiyor. Öyle içimdesin ki. Birden aklıma geldi, tuttum sana bir mektup yazdım dün.
Çok mutluydum. Gün içinde neler yaptığımı, nelere kızıp, nelerle mutlu olduğumu, tek tek anlattım. Mevsimlerin ve insanların nasıl karışık ve beklenmedik olduklarını yazdım.
'Yine zamansız yağmurlar' dedim, 'Daha önce, hiç bu kadar zayıf değildi güneş ışınları' dedim, 'Gerçekten buradaki şarkıları hiç öğrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin? ' dedim. Çok uzun bir mektup oldu. Başından sonuna kadar okudum da.
Neler yazmışım diye merakımdan.
Sonra çekmecemden bir zarf çıkarıp, adını yazdım. Büyük harflerle, yalnızca adını. Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum. Mektup cebimde. Cebim yüreğime yakın. Yüreğim sende. Sen yüreğime yakın. Öyleyse mektup sende.

Can DÜNDAR

GÜZEL YAZILAR

Meşhur bir filozofa:
- `Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bu kadar fakirsiniz?` diye sorulduğunda:
- `Ona ulaşmak için eğilmek lazım da ondan` demiş. 



 ***

Ünlü aktör Bert Lahr’e yönetmenler:
“Saçların bembeyaz oldu. Artık yaşlandın. Üzgünüz bu rolü sana veremeyiz…” demişler.
Aktör, kendine güvenen bir üslupla cevap vermiş ve rolü almış:“Damın karlı olması evin içinde ateş olmadığı anlamına gelmez…” 


***


Bir bilge kisi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki;

- "Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?"

Öğrencilerden biri;

- "Uzaktaki sürüye bakarım," demiş, "Koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir."

Başka bir öğrenci söz almış ve "Hocam" demiş, "İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır."

Bilge kişi, uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve "Siz ne düşünüyorsunuz hocam?" diye sormuşlar.

Bilge kişi şöyle demiş;

- "Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona "kızkardeşim" diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, "kardeşim" sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur, AYDINLIK başlamıştır..."