İNSAN DÜŞÜNEN VARLIKTIR.

28 Mart 2010 Pazar

şizofren aşka mektup

Gittin...

Dudağıma, çocuksu susuzluğumla asla doyamadığım öpücüklerinden birini kondurup gittin. "N'olur öyle bakma bana" dedin en son... Daha birkaç dakika önce, gözlerimde varlığınla alevlenen yaşam sevincinin yerine, boyun eğmiş, donuk ve daha şimdiden hasretinle kavrulmuş bir karanlığı bırakıp gittin...

Dolmuştu zamanın...

Yüreğimdeki kum saatini, o göz açıp kapayıncaya kadar geçen "sen"den, sanki asırlarca tükenmek bilmeyen "sensizliğe" tersyüz ederek gittin.

Içimde, günlerdir yokluğunla zayıflamış, kalbi kupkuru kalmış aşk çocuğunu sevginle emzirme sarhoşluğuyla delirdiğim su "üç saatin" içindeki yüzlerce "an"ı "anı"ya dönüştürerek...

Önce gözlerim öksüz kaldı yokluğunda. Sonra, nefesinin o buğulu sıcaklığından mahrum kalan evimin rutubet kokulu duvarları...

Gittin...

Iki aşkın arasında şaşkın, ürkek ve çaresiz bir çocuk gibi savrulan kalbini cebine koyup, başka bir eve gittin uyumaya. Artık senin değildi evin,. "sizin"di. Benim özlediğim o eski evin değildi gittiğin...

O eski ev... Oturup, zamanım o yağmursuz, o parça parça yüzüne bakarak, güneşin bütün gün sadece yalayıp geçtigi loş pencerelerinde dalgınlığımizi biriktirdiğimiz o ev...

Susardık bazen... Ansızın, hesapsızca, belki de yorgun düşerek... Akıldışı bir hızla devinen imgelerin ortasında, bir çığ gibi ömrümüze yığılan anılardan birini seçip, dondurarak... Hayat, çok eskilerden gelen sonsuz bir ritüel gibi, bir gelenek gibi tekrar ederdi etrafımızda, umurumuzda olmadan...

Elin çaya uzanırdı...

Tenim dudaklarını özlerdi...

Bir sözüm şiirin olurdu... Demlenirdik.

Gömüldükçe düşlerin o büyülü uykusuna, aşkımın kalbimdeki ilahi melodisi çalınırdı kulaklarına birden. Nasıl da ürkerdin. Karanlıktan korkan bir çocuğun teselli ıslığı gibi bölerdi sesin suskunluğumuzu...

Ruhlarımızın biryerlerde buluştuğuna, düşlerimizin biryerde kesiştiğine inanmak istedigim bu hayattan çalıntı anları, beni bunun aksine inandırmaya çalışan bir sesle ve ilk önce hep sen bölerdin.

Işte böyle anlarda yüzü daha da netleşirdi dünyaya gözlerinden bakan o yaralı çocuklugğnun...

Işte ben en çok seni içimden doğru sevdiğim böyle anları severdim...

Hayatın içinde seni barındırdığı her karesinde uzun uzun soluklar alarak, o günlük, o sıradan ayrıntılarını alabildiğince büyütüp, içinde kaybolarak severdim seni... Odanın içinde, varlığına yıllardır aşina olduğun bir eşya gibi sessizce kaybolarak seni izlemek ve başının üzerinden sonsuzluğa akıp giden düş bulutlarında şekillenen her sözü, yüreğimde senin için büyüttüğüm şiire mısra yapıp eklemekti seni sevmek...

Sevmek hayatına tanıklık etmekti benim için...

Sabahları evden çıkmadan önce, uykundaki o en masum halini öpücüklere boğarken "gitme" diye sayıklayan sesine kıyamayıp, patrona binbir yalanlar uydurarak sık sık işe gitmemekti seni sevmek...

Sana kahvaltı hazırlamaktı. Özenle hazırladığım sofraya iştahla oturup, "Sen var ya, bir meleksin, neden seninle evlenmiyorum ki ben... Senden daha iyisini mi bulacağım" diyen muzip sözlerine sevinmek, belki de çocukça inanmaktı... Ince ince kıyılmış, tabağa motif gibi işlenerek dizilmiş ve hep sevdiğin gibi üzerinde zeytinyağı ve limon gezdirilmiş domateslere, yaptığım mezelere duyduğun minnete saşırmaktı...

Hayatına eklemekten çılgınca zevk aldığım o şefkatli inceliklere duyduğun minnete...

Seni sevmek, bundan yıllar önce, seni bir idol gibi içimde büyütüp, hayranlığımın yavaş yavaş aşka dönüşünü ürkekçe gizleyerek kaleme aldığım mektuplarıma, aynı incelikle, aynı özlemle, aynı hayranlıkla verdiğin cevaplarına inanmamaktı... Tüm ısrarlarına rağmen, bu eşsiz büyüyü bozmaktan çekinip, aylarca seni bir kez bile aramamaktı. Sonra ansızın yollara düşüp, çocuklugğumda kalbimde filizlenen sevdası senin aşkınla yeşeren bu kentin sokaklarında izini sürmek, kendi sözlerinle "bu inceliğin ve bu derin anlayışın yüzünü", yani o merak ettiğin yüzümü, gözlerine taşımaktı... Buluştuğumuz cafede, ayların günlerin telaşı ve susuzluğuyla, anlattığın şeylerin hiçbirini algılamadan, sadece hayranlıkla seni, o hepimiz gibiliğini seyrederken, masanın altından bir türlü çıkartamadığın o telaşlı, o çocuk ellerinde kendini eleveren heyecanına inanamamaktı...

Seni sevmek, o gece rakı içtigimiz köhne meyhaneden çıkıp yürüdüğümüz sokaklarda, Nisan ayında bir mucize gibi gökyüzünde dans eden kar tanelerinin Tanrı'nın bu aşk için gönderdiği bir işaret olduğuna inanmaktı...

Seni sevmek kadınlığımı, bedenimi ve hazzı ilk defa seninle keşfetmekti. 17 yıldır sanki sadece senin için sakladığım bedenimi, en ufak bir tereddüt duymadan ve beklentisiz bir sarhoşlukla sana sunmaktı... Her dokunuşunda kutsal bir ayinin o sıcak ve tatlı şarabını yudum yudum içer gibi...

Seni sevmek, aşkın uğruna, ama senden izinsiz, başka bir kentteki hayatımı sıfırlayıp, yaşadığın kente, yaşadığın göğün altına, ıslandığın yağmurların altına gelip yerleşmekti. Senden başka, bu koca kentte bir başınalık ve kimsesizlikti seni sevmek... Sokaklarda tek bir tanıdık simaya rastlamamaya alışmaktı güçlükle... Hücrelerimle beraber çoğalan aşkını özgürce ve sınırsızca yaşamak için ailemin şefkatli ve anlayışlı kollarından sıyrılıp kanatlanmak, yıllanmış can dostların sevgisini çok uzaklarda bırakmaktı...

Seni sevmek, yalnızlığın soğuk kollarından biraz olsun sıyrılıp, nefes alabilmek için geceleri saatlerce tek başıma Beyoğlu'nun karanlık sokaklarında kalabalığın soluğuyla ısınmaya çalışmaktı. Hiç tanımadığım insanların yüzünde senin yüzünü aramak, onların kaybetmiş, umutsuz hayatlarında yaralı geçmişinin ve çocuksu düşlerinin izlerini sürmekti...

Seni sevmek, bu kentin tozlu, soluk ışıkları ruhumu ısırırken, aynı gecenin yıldızları altında seni deliler gibi özlemekti... O geceyi de kollarında geçirebilmeye seni ikna edebilmek için saatlerce sokaklarda dolaşıp, barlarda, kahvelerde oturup eve dönüşünü beklemekti... Bazen bu bekleyişlerin sonu, yorgun düşmüş bedenimi sürüklediğim evimde, o gece bir başka kadının yanında uyumana ağlamak olurdu sabaha kadar... Ertesi gün bir şizofren gibi, hiçbir şey olmamış gibi tekrar seni sevmeye koyulurdum...Şaşırırdın.

Çünkü, seni sevmek direnmekti sevgili... Güçsüz olanı acımasızca yokeden bu kentin hoyratlığına ve senin için artık inanmaktan çoktan vazgeçtiğin, yasadığın hayalkırıklıklarıyla çok uzun zamandır kaybettiğin o aşk duygusunun gerçekliğinin canlı ispatı olmaya direnmekti... Kalbine inançla aşk tohumlari ekmekti seni sevmek... Sevmek o yitirdiğin aşk şarkısı adına sana umut vermekti...

Seni sevmek, ait olduğun gökyüzünde seni özgür bırakmaktı... Koparmamaktı kanatlarını... Ruhunun ve kaleminin tek besin kaynağından, başka sevgilerin şiirine ekledigi mısralardan kıskançlıkla seni mahrum etmeye yeltenmemekti...

Sevmek, ruhumun tek sahibi olan seni sahiplenmemeye kanaya kanaya razı olmakti... Çocuksu bir saflıkla tek vazgeçemeyeceginin ben olduğuma kendimi inandırarak, hayatına boyun eğmekti...

Seni sevmek, bir babayı, bir canyoldaşını hayatının sonuna kadar yanında olduğunu bildiğin güvenilir bir dostu, ilgiye ve şefkate doymayan çaresiz bir küçük çocuğu, ama en çok da tutkulu, kıskanç ve yüreği sonsuz maviliklere akan bir deli aşığı sevmek gibiydi... Birgün ansızın, telefonda duyduğun bir sese, ya da yeni tanıştığın bir kadına aşık olduğunu, sanki tepkimi ölçmek ya da seni nasıl kıskandığımı görmek isteyen abartılı bir heyecanla söylediğinde, telaşa kapılmamak, bunun gelip geçici bir duygu olduğuna ve asla benden vazgeçemeyeceğine inanmaktı... Yine de içimdeki o kaçınılmaz endişe ister istemez sarardı yüzümü... Sesim soluğum kesilirdi birden... Işte, öyle anlarda beni sımsıkı sarıp, tutkulu bir sevişmenin ilk öpücüklerini dudağıma kondururken, "Sen küçücük bir kızsın, biliyor musun" diyen şefkatli sesini severdim en çok... Ve aslında ben dahil, hiç kimseye aşık olamayacağını düşünür, hüzünlenirdim...

Rüyalarımın gül kokusu...

Sonra birgün aşka açıldı yüreğinin sürgüleri...

Sonra birgün şiirlerin başka bir aşkın kokusuna büründü...

Yıkıldı tabuların... Kırıldı zincirlerin... Uzağıma düştün..

Bu defa farklıydı, hissetmiştim. Yalnız bedenini değil, ruhunu da paylaşmaya başlamıştın bir başka kadınla...

Sonra sevmek yavaş yavaş kayışını izlemek oldu avuçlarımdan... Seni sevmek, sen sabaha karşı uyuduğumu sanarak yanımdan kalkıp bir başka yürekle telefonda özlem giderirken, içimde kopan fırtınaları susturmaya çalışmak oldu sessizce...

Habersizce kapını çaldığım o gün, kapında kalıp, içeri girememek oldu...

O güne kadar hiç olmazsa bana karşı dürüst olmanla, yaşadıklarııi benden gizlememenle, yalan söylememenle avunuyordum... Ama bir başkasını incitmemek, üzmemek için ondan gerçekleri gizlediğini, yalanlarla da olsa onu koruduğunu farkedince bu avuntu da terketti beni... Yalanlarını bile kıskanır oldum.

Neden dürüst olmak için beni seçmiştin sanki... Gerçegin acımasız zindanlarında neden beni kilitli bırakmıştın...

Ne çok düşündüm bu soruların cevaplarını... Ne çok sorguladım kendimi, nerde hata yaptığımı, neyi eksik biraktığımı...

Kadınca oyunlardan haberim olmadı hiçbir zaman. Seçtiğin yaşam biçiminden koparmak, seni soluksuz bırakmak demekti benim için. Hatam seni bir mülk gibi sahiplenmemek miydi? Acaba istediğin bu muydu? Seni yanlış mi tanımıştım?.. Bana hep, ne kadar asil bir yüreğim olduğunu söyler dururdun... Isyanım, kalbimin ezilmiş parçalarının üstünü örtüp, sessizce çekip kapını çıkmak olurdu en fazla...


Yalnız kalmak istediğini daha sen söylemeden yüzündeki bulutlardan hisseder, çıkıp giderdim... Özür diler gibi bir sesle, onun geleceğini söylediğinde, sessizce çıkıp giderdim... Karşında ben otururken, onunla saatlerce telefonda konuştuğunda çıkıp giderdim... Hep giderdim...

Bu onurlu tavrımdı belki de ezen yüreğini... Vazgeçemediğin tek yanım buydu belki...

Sonra, sevmek yaralı kadınlığımı başka yüreklerle avutma yanılgısına kapılmak oldu... Buna hakkim olduğunu söyleyip dursan da, biliyorum, aslında içten içe hiç affetmedin beni... Sen çoktan parçalanmıştın zaten... Benim de yüreğimi böldüğümü düşünmek sana bile ağır geldi... Oysa ben, seni değil, kendimi cezalandırıyordum başka bedenlerde... Ruhumu kemiren bu deli aşkı cezalandırıyordum... Bunu anlamadın mı sevgili?

Sevmek seni değil çocukluğumu, düşlerimi, kendimi aldatmak olmuştu artık... Bana bağlanan masum aşklari seninle aldatmak olmuştu... Kimseye veremedim yüreğimi. Ne zaman baksalar içime, yüreğimin kırık aynasında kendilerinin değil, senin yüzünün aksini gördüler hep. Sessizce çekip gittiler. Farketmedim bile gittiklerini...

Gittin...

Seni sevmek, bensiz akıp giden hayatına bir yabancı gibi uzaktan bakmak oldu çoktandır... O çocuk ellerinin, bir başkasının saçlarında gezindiğini, aniden özlemle sarılıp bir başka yüzü öpücüklere boğduğunu, sabahları uykunda bir başka kadına sarılıp bir başka yüzü öpücüklere boğduğunu, sabahları uykunda bir başka kadına "gitme" diye sayıkladığını düşünmek oldu, seni sevmek... Geceleri, kokuna hasret yatğımda ter içinde uyanmak, kendimin bile affedemediği bir bencillikle, kalbindeki tek aşkın benimki olması için gözyaşları içinde Tanrı'ya yalvarmak oldu..

Seni yasak bir aşk gibi gözlerden uzakta, rutubetli duvarlar arasında yaşamak oldu, sevmek... Beni hayatından dışladığın için öfke nöbetlerine kapılıp, bana bile yabancı gelen, hiç tanımadığım bir sesle sana bağırmak, haykırmak, ağlamak, sonra pişmanlıkla affedip tutkuyla sana tekrar sarılmak oldu...

Yabani bir ot gibi ruhumu sarip sarmalayan öfke ve kıskançlık duygularıyla benliğimden uzaklaşmayı kendime yakıştırmamak, sıkışıp kaldığım bu karanlık dehlizde, kendi kalbimde, yalnızlığımda, sensizliğimde, kendi aşkımla delirmek oldu artık seni sevmek...

Simdi, bu acıya bir son vermesi, kendisini terketmesi, sonsuzluğa bırakıp gitmesi için birbirine yalvaran iki yüreğiz artik... "Ayazda Iki Yürek" gibiyiz...

Sen benim şizofren aşkımsın... Bense senin kanayan vicdanınım...


Affet beni sevgilim... Verdiğim sözleri tutamadım




Cezmi ERSÖZ

27 Mart 2010 Cumartesi

Aforizmalardan Seçmeler-Nietzsche

-İnançlar hakikat düşmanları olarak, yalanlardan daha tehlikelidir.

-Hoşlanmadığımız bir düşünceyi öne sürdüğü zaman bir düşünürü daha sert eleştiririz. Oysa, bizi pohpohladığında onu daha sert eleştirmek uygun olacaktır.

-Sahip olunması zorunlu tek şey var: Ya yaradılıştan ince bir ruhtur bu, ya da bilim ve sanatlar tarafından inceltilmiş bir ruh...

-Tüm idealistler, hizmet ettikleri davaların her şeyden önce dünyanın tüm öteki davalarından üstün olduğunu düşünürler. Kendi davalarının biraz olsun başarılı olması için, bu davanın tüm öteki insan girişimlerine gerekli olan aynı pis kokulu gübreye açıkca ihtiyacı olduğuna inanmak da istemezler.

-Bir kez yürünmüş bir yola düşenlerin sayısı çoktur, hedefe ulaşan az ..

-Küçücük bağışlarla büyük mutluluklar kazanmak büyüklüğün bir ayrıcalığıdır.

-İnsan, diğer insanlardan hiçbir şey istememeye, onlara hep vermeye alıştığı zaman, elinde olmadan soylu davranır.

-Acıların bölüşülmesi değil, sevinçlerin bölüşülmesidir dostluğu yaratan ...

-Bir şeyden hoşlanmaktan söz edilir, aslında doğrusu, bu şey aracılığıyla kendinden hoşlanmaktır.

-Kendinden hiç söz etmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür.

-Hakikatin temsilcisinin en az olduğu zaman, onu dile getirmenin tehlikeli olduğu zaman değil, can sıkıcı olduğu zamandır.

-Doğa bize aldırmadığından, doğanın ortasında kendimizi öyle rahat hissederiz ki ...

-Uygarlaşmış dünya ilişkilerinde herkes, hiç değilse bir konuda kendini başkalarından üstün hisseder. Genel iyiyüreklilik buna dayanır. Çünkü, durum elverirse herkes yardım edebilir, o halde bir utanç duymaksızın bir yardımı da kabul edebilir.

-Yapacak çok şeyi olan insan inançlarını ve genel düşüncelerini hemen hemen hiç değiştirmeksizin korur. Aynı şekilde, bir ülkünün hizmetinde olan her insan ülkünün kendisine artık hiç kulak asmaz; onun buna zamanı yoktur. Demem şu ki, ülküsünün hala tartışılabilir olmasından yana olmak çıkarına aykırıdır.

-İnsan dilediği kadar bilgisiyle şişinip dursun, dilediği kadar nesnel görünsün, boşuna ! Sonunda her zaman ancak kendi yaşam öyküsünü elde edecektir.

-İnsanların tarih boyunca farkına vardıkları aşılmaz zorunluluk, bu zorunluluğun ne aşılmaz ne de zorunlu olduğudur.

-Bugün artık kimse ölümcül hakikatlerden ölmüyor; çok fazla panzehir var.

-Uygarlık tarafından yokedilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz.

-Sevilmiş olma isteği kendini beğenmişliklerin en büyüğüdür.

-İnsanları şiddetle kendi üzerine çeken, bir oyunu her zaman kendi lehine çevirmiştir.

-Çok düşünen ve uygulamalı düşünen, kendi maceralarını kolayca unutur, ama başından geçenlerin çağrıştırdığı düşünceleri hiç unutmaz.

-Biri kendi düşüncesine bağlı kalır; çünkü ona kendi kendine ulaşmış olduğunu sanır. Öteki ise, onu zahmetle öğrendiği ve onu anlamış olmakla övündüğü için bağlıdır düşüncesine. Sonuç olarak, her ikisi de kendini beğenmişlik ...

-İçine doldurulacak çok şey olduğu zaman, günün yüzlerce cebi vardır.

-Bir düşmanla savaşarak yaşayan kişinin, düşmanını hayatta bırakmakta yararı vardır.

-Açıklanmamış karanlık bir konu apaçık bir konudan daha önemli sanılır.

-Sadece karşıtları cansıkıcı olmayı sürdürdükleri için, arada bir, bir davaya bağlı kalırız.

-Bir insan kendini hep çok büyük işlere adadığında, onun başka bir yeteneğinin olmadığı pek görülmez.

-Açıkça büyük amaçlar tasarlayan ve daha sonra bu amaçlar için oldukça yetersiz olduğunu gizlice kavrayıveren kimse, çoğu zaman bu amaçlardan vazgeçecek kadar da güçlü de değildir. İşte o zaman ikiyüzlülük kaçınılmazdır.

-Gür ırmaklar kendileriyle birlikte bir çok çakıl ve çalı çırpıyı da sürükler; güçlü ruhlar da bir çok aptal ve mankafayı.

-Bir insanın gerçekten ele almış olduğu düşünce özgürlüğü ile, onun tutkuları ve hatta arzuları da gizli gizli kendi üstünlüklerini göstereceklerini sanırlar.

-Bir insan yoğun ve kılı kırk yararak düşündüğü zaman, sadece yüzü değil gövdesi de çekinceli bir havaya bürünür.

-Ruh arayanda, hiç ruh yoktur.

-İnsan yığınlarının davranış biçimlerini önceden kestirmek için, onların güç bir durumdan kendilerini kurtarmak için hiçbir zaman çok önemli bir çaba göstermediklerini kabul etmek gerekir.

-İnsan kahkahalarla güldüğü zaman, kabalığı ile tüm hayvanları geride bırakır.

-Eylem ve vicdan genellikle uyuşmazlar. Eylem, ağaçtan ham meyveleri toplamak isterken, vicdan onları gereğinden çok olgunlaşmaya bırakır, ta ki yere dökülüp ezilinceye kadar.

-Aşk ve nefret kör değillerdir; ama kendileriyle birlikte taşıdıkları ateş yüzünden kör olmuşlardır.

-İnsan hatasını bir başkasına itiraf ettiğinde unutur onu; ama çoğu kez öteki kişi bunu unutmaz.

-Alev, başka şeyleri aydınlattığı kadar aydınlatmaz kendini. Bilge de böyledir.

-Bir konu hakkında hazırlıksız sorguya çekildiğimizde, aklımıza gelen ilk düşünce çoğu zaman bizim kendi düşüncemiz değildir; ama bizim sınıfımıza, konumumuza ve soyumuza ait olan sıradan bir düşüncedir sadece. Öz düşünceler pek ender olarak su yüzüne çıkarlar.

-Bizzat kendimizde olan bir değeri övdüğü, okşadığı zaman mucizeyi de, usdışını da kabul ederiz.
Yarı-bilim tam bilimden daha üstündür. O, sorunları olduklarından daha kolay görür ve bununla görüşünü daha anlaşılır, daha inandırıcı kılar.

-Çok düşünen partici olmaya uygun değildir; o, parti arasında düşüncesini çok çabuk sızdırır.

-Kötü belleğin iyi tarafı, aynı şeylerden bir çok kez, ilk kez gibi yararlanmaktır.

-Bir kurbanın yoldaşı o kurbandan daha çok acı çeker.

Nietzsche

25 Mart 2010 Perşembe

Mutluluğun Şarkısı

İnsan benim sevdiğimdir, bende onun.Ben ona doğru gitmek isterim, o da beni arzular.
Keder benim, çünkü keder, onun aşıkıyla beni üzen ve ona eziyet eden bir ortaktır.Madde adında insafsız bir metrestir o.
Nereye gitsek, ayırmak için ikimizi, bir bekçi gibi bizi izler.
Sevdiğimi ararım ıssız yerlerde, ağaçların altında ve göllerin yanında, ama bulamam onu.Çünkü Madde ayartır, şehre götürür sevdiğimi, kalabalığın, ahlaksızlığın ve perişanlığın yanına.
Onu ararım bilginin evlerinde ve bilgilik tapınaklarında.Ama bulamam, çünkü toprağın giysisini giyen Madde, önemsiz şeylerle uğraşılan, yüksek duvarlı yerlere kapatır onu.
Rahatlığın kırlarında ararım sevdiğimi, bulamam, çünkü düşamanım, onu açgözlülük ve hırs mağaralarına bağlar.
Ona seslenirim şafak vaktide, beni duymaz, çünkü gözleri hırs uykusuyla ağırlaşmıştır.
Onu okşarım şelalelerle, sesizlik yücelir ve çicekler uyurken.Fakat anlamaz beni, çünkü ertesi günün işlerinin aşkı almıştır aklını.
Sevdiğim beni sever, beni arar işlerinde ama Tanrı'nın işleri gizleri beni, bulamaz.
Beni güçsüzüğün kafataslarından yapılmış şeref saraylarında, gümüşün ve altının arasında arar.
Ulaşamayacak bana, aşk ırmağının kıyısında yaptığı basit evinde,Tanrı'nın.
O, katillerin ve zalimlerin önünde kucaklayacaktır beni, oysa ben; masumiyet çicekleri arasında öpeceğim onu.
O, aramıza düzenbazlığı sokacaktı, fakat ben aracı istemem kötülükten uzak işlerde.
Sevdiğim, gürültüyü ve karışıklığı öğrendi düşmanım Madde'den.Ben, onu ruhunun gözlerinde yakarış yaşları dökmeyi öğreteceğim ve memnuniyetle iç çekmeyi.
Halil Cıbran
Sevdiğim benimdir ve bende onunum..
(çeviri: Feyza Karagöz)


Her şeyi Çürütür Zaman

Kalplerimizin kuytu yerlerinde bize özel sığınaklar vardır; o sığınakların gündemleri, hayatın hay huyundaki vasat gündemlerle örtüşmez…
Orada bazen buruk, ağlamaklı, bazen de kasırgalar gibi dolaşır durur düşlerimiz.
Kalplerimizdeki düşleri üşüttüğümüzde, ateşi bilincimizi sarar ve o ateş, giderek içimizin sokaklarında bir kaos başlatıp iç barışımızı bozar.
O zaman ya düşlerimizin iniltilerini teskin edip o ateşi düşürmemiz veya hep acıyan, acıtan o ateşle ve içimizin sokaklarındaki tedirgin sorularla yaşamayı kanıksamamız gerekir.
Çünkü düş oldukça peşi sıra insandır; çünkü en çok düşlerimizin bize hesap sormaya hakkı vardır.
Sonra kalplerinizin kuytu yerlerindeki sığınaklarda kendi kendimize telkin ve terapi seans-larıyla bekleriz…

Bekleriz…
İnsanı, aşkı, olmayı, onarılmayı ve zamanın açtığı yaraları yine zamanın sarmasını bekleriz.Düşlerimizin başucunda bir tüfek gibi dikilerek bekleriz. Küçük nehirlere burun kıvırır ve hep okyanuslara ait olduğumuza inanırız…
Düşüp kaldığımız ya da itilip unutulduğumuz derin, karanlık kuytularda sabırsız ve tedirgin kederlerle beklerken, küçük sevinçler, küçük yolculuklar hep bir kenarda durur, hep erteleriz…

O kitabı sonra okuyacak, akşam yürüyüşlerine sonra çıkacağızdır; hele şu işimiz de bitsin, filancalar gelip gitsindir, elbette zaman olacaktır...Her şey, her şey yoluna girdiğinde yapılacak, söyleyeceklerimiz bile sonra söylene-cektir.
Sonra...Sonra!
Derken zaman, yani o büyük ve gizemli güç, hayatın düşlerimizin gerisindeki kırıntılar olduğunu anlatır bize.
Belki okyanuslara gider, kasırgalarla boğuşur, ama bir damlaya yenilip döner ve zamanın, hep ertelediğiniz ne çok şeyi nasıl öğüttüğünü, küçüm-sediğimiz nehirleri nasıl kuruttuğunu; ihmal ettiğimiz küçük sevinçlerin, sevgilerin nasıl solduğunu ve ileride, bir gün yürümeyi düşündüğünüz ıssız yollara devasa binaların inşa edildiğini fark edince, tıpkı bir İspanyol atasözünde olduğu gibi,“Don Kişot olmaya giderken, evimize bir Şanso Panço olarak dönmek”le kalmayıp, burun kıvırdığımız o küçük şeyleri de büsbütün yitirdiğimizi görürüz.
Çünkü avuçlarına bırakılan dostlukları, sevgileri çürütür zaman.Çünkü zamana rüşvet veremezsiniz, çünkü kendinizi ikna etseniz de zamanı edemezsiniz…
Yaşadığımız gezegen milenyumu kutlarken, ben o tarihte“düşünce suçu” mahkumiyetlerimin bir yenisi için bir cezaevindeydim.Diktörtgen bir gökyüzünün altında ikinci baharımdı.Yirmili yaşlarında siyasal suçlardan mahkum olmuş altı yedi kişiyle birlikte kalıyordum.
Koğuşumuzun havalandırmasında bazalt taş duvarlar, bir basketbol potası, koridorlarda küf kokusu,kasvet ve karanlık, dışarıda ise kışkırtıcı bir bahar vardı...
O bahar, koğuş pencerelerinin tam karşısındaki avlunun taş duvarlarına boydan boya sarmaşık ekmeye karar verip, ceplerine üç beş sıkıştırdığım gardiyanlara rica minnet poşetler dolusu toprak getirttik.Duvarın dibine yığdığımız toprağa geniş suntalarla çevreleyip sarmaşık tohumlarını ektik.
Birkaç ayda gelişip uzayan sarmaşıklar, havalandırma duvarında çivilere çaktığımız iplere boylu boyunca sarılmakla kalmayıp, kimileri duvarları aşarak dışarıya göz kırpmaya başladılar.
Ancak koğuştakiler, şarmaşıklar yüzünden basketbol oynayamıyor ve o bana arada bir tedirgin bir sesle:“Top oynayabilsek çok iyi olurdu hani,” diye mırıldanıyorlardı...
Yeni bir sonbahar geliyordu ve biz, bütün kışı tabut gibi daracık bir koğuşta balık istifi geçirecektik.Bu yüzden bir tercih yapmak zorundaydık.
Bir gün ranzalarına uzanmış koğuş arkadaşlarıma dönüp,”Sarmaşıkları artık sökebiliriz,"dedim…

Onlar ranzalarından sıçrayıp sevinçle avluya yöneldiklerinde, ben de o infazı görmemek için cezaevi kütüphanesine gittim.Bir saat kadar sonra döndüğümde, koğuştakiler sarmaşıkları yolup toprağıyla birlikte bir köşeye istif etmiş, keyifle top oynuyorlardı.
Beni görünce bir an duraksayıp yüzüme mahcup bir ifadeyle baktılar.Ben de gülümsemeye çalışarak:”Sorun değil çocuklar, kışın nasılsa kuruyacaklardı,”dedim...Sonra gün be gün büyüttü-ğüm sarmaşıkların bir köşede büzüşüp kalmış cesetlerine burkularak bakarken, küçük, siyah tohumları dikkatimi çekti.O tutsak ve ölü sarmaşıklar, gövdelerinde bıraktıkları tohumları atıldıkları yerden sanki bir vasiyet gibi sunuyorlardı...
O tohumları bir kalem kutusuna bırakırken, onları bir gün, dışarıda diledikleri gibi büyüyebilecekleri bir alanda ekeceğime kendi kendime söz verdim…
Zaman geçti, içeriden çıktım.Sonraki üç yıl oturduğum evlerin hiçbiri o sarmaşık tohumlarını ekmeme uygun olmadı.Arada bir onları barıktağım kalem kutusunu açıp bakıyor, o tohumlara dokunuyor ve bir gün her tohumun artık dışarıda, özgürce bir evin duvarlarını nasıl da boylu boyunca kaplayacağını düşlüyordum…
Dördüncü yıl taşındığım müstakil evde bir ilkbahar, o tohumları evimin duvarının ön cephesindeki toprağa ektim.Üç günde bir sulayıp sabırla bekledim…

Bekledim, fakat filizleri bile görünmeyince, dört yıl boyunca sakladığım sarmaşık tohumlarının çürüdüklerini anladım…
Şimdi dönüp geriye, upuzun yıllara bakıyorum; aşklar vardı, dostlar vardı, gidilecekti…

Söyleyeceklerim aklımın, yazacaklarım kalemimin ucundaydı; kalbimin ve zamanın avuçlarından nasıl da kayıp gittiler…
Gittiler….

O dostlar, şimdi görmek istediğim dostlar değil, eskiden okuyacağım kimi kitaplar artık okumayacaklarım, o yıllar yapmak istediklerim şimdi yapmayacaklarım…Örneğin, eskiden kalabalık olmak isterken, şimdi yalnız kalmayı yeğliyorum.Beğenilerim, tutkularım, rüyalarım, yaşam üslubum bile değişmiş...
Oysa tam sorunlarımı çözdüm, işte oturdum ve artık gidebilirim derken, bir baktım ki gitmek istediğim pek fazla yer de kalmamış…
Bu yüzden siz olun, tutkularınızı, düşlerinizi, sevgilerinizi ve yolculuklarınızı hiç ertelemeyin; çünkü çürürler.Çünkü dokunduğu her şeyi çürütür zaman.Her şeyi...

Her şeyi çürütür zaman... 

Haziran 2004, İstanbul
(Yılmaz Odabaşı'nın bu yazısı, hiçbir kitabında yer almamıştır.)

NERGİS

      “Neyi arıyorsan sen O'sun" der Mevlana...



Zulmün peşindeysen zalimsin, aşkı arıyorsan aşık...
Elinden tuttuğumuz her sevgili, bizi sü­rükleyip, kendi iç dünyamızın derinliklerinde bir keşif gezisine çıkarır.
Her ilişki, benliğimizde bir kazıdır aslın­da, her sevda ruhumuzun bir başka yüzü...
Her aşkta kendimizi ararız; o yüzden bulduklarımız, benzerlerimizdir.
Resimlerini yanyana koyun sevdiklerini­zin ve dikkatle bakın yüzlerine, onların suretlerinden kendi yüzünüz bakacaktır size...

Aşk denilen kaleydoskobun buzlucamına gözünüzü dayadığınızda, binbir camın rengarenk ışıklar saçarak döndüğünü ve her seferinde bambaşka şekiller ördüğü­nü görürsünüz. Her camda, farklı bir ren­giniz vardır; her şekilde sizden bir parça..


Aşklarınız hülasanızdır.
Sevdiğiniz her adam, beğendiğiniz her kadın, farklı ruh hallerinizi ele verir; arada bir çevirdiniz mi kaleydoskobu, cam par­çalar yer değiştirip yeni şekiller alır; hepsi siz...
Sevgilinizin gözlerindeki dolunay,sizde­ki ışığın yansımasıdır aslında; dilindeki si­zin ilhamınız, tenindeki sizin ısınız...

Yoksa hâlâ bir sevdiceğiniz, o henüz kendinizi bulamadığınızdandır...
* * *
Aşk, narsizmdir.

Kendimiziz her aşkta arayıp
durduğu­muz, peşinde olduğumuz
...
Bir omza sığınmanın şefkatinde de, bir göğsü dişlemenin şehvetinde de kendimize açılan kapılar var.

Sevda, çevrildikçe içimizin farklı ışıkları­nı yakan eğlenceli bir kaleydoskop gibi başımızı döndürüyor.

Ve biz, hep baharı takip ederek dünyayı gezen bir gezgin gibi içimizdeki eski baharları arıyoruz.
* * *
Narcissus'u bilirsiniz:

Öyle heybetli ve güzelmiş ki, bakmaya doyamazmış kendine... Gün boyu ayna karşısına geçip kara gözlerini, incecik burnunu, dar kalçalarını,
kıvırcık saçlarını seyredermiş hayran hayran... 

Bir gün ır­mak kenarında gezinirken, sudaki yansımasına ilişmiş gözü... uzanıp, iyice bak­mak istemiş. Tam gördüğünde kendini, dengesini kaybedip düşüvermiş ırmağa, kapılıp gitmiş suya...

Yeryüzünün en güzel insanının öldüğü­nü duyan Tanrı, unutulmaması için O'nu her bahar açan güzel kokulu bir çiçeğe dönüştürmüş.
Narcissus, nergis olmuş.
* * *
Kıssadan hisse, benden size tavsiye, can ta­ze bir nergis verin bugün sevgilinize...
Sonra da, nerede baharsa mevsim, ro­tasını oraya çevirip içindeki eski baharla­ra koşan bir gezgin gibi "Bahar getirdim sana" deyin, baharın elinizde olduğunu unutmadan...
Gözlerinizdeki ırmağa baktığınızda kendinizi göreceksiniz; dikkat edin de hayran olup düşmeyin!
Düşüp bahar kokulu bir çiçeğe dönüşmeyin

can dündar

KUŞKUCU

Bir sorunun yanıtını bulduğumuzu
sandıysak ne zaman,
içimizden biri çözüverdi
duvardaki eski
Çin perdesinin ipini,
ve açılan perde gösterdi bize
bir sıra üzerinde oturmuş olan
kuşkucu adamı.
Ben, dedi bize o,
kuşkucuyum.
Kuşku duyarım
iyi yapıp yapmadığımızdan
günlerinizi yutan işi.
Söyledikleriniz daha kötü söylenseydi
değerli olup olmayacağından.
Kuşku duyarım
kendinizi söylediğinizin doğruluğuna bırakıp
iyi söyleyip söylemediğinizden.
Çok anlamlı olmasından kuşku duyarım;
her yanlış anlamadan siz sorumlusunuz çünkü.
Ama tek anlamlı da olabilir
ve nesnelerin çelişkisini örtebilir;
gereğinden fazla tek anlamlı mı yoksa?
Öyleyse, yararsızdır söylediğiniz şey.
Yaşam yok demektir söylediğinizin içinde.
Olayların akışı içinde misiniz gerçekten?
Gelişen her şeye eyvallah mı diyorsunuz?
Siz gelişiyor musunuz? Kimsiniz siz?
Kimdir konuştuğunuz?
Söylediklerinizden yararlanan kim?
Ha, bir de şu var:
Ayıltıcı mı? Okunabilir mi sabahları?
Bir bağlantısı var mı varolanla?
Cümlecikler kullanıldı mı, sizden önce söylenen?
Ya da çürütüldü mü en azından?
Her şey doğrulanabilir mi?
Deneyimle mi? Hangi deneyimle?
Ama hepsinden önemlisi,
her zaman, her şeyden önemlisi şu:
O nasıl davranır?
İşte hepsinden önemlisi.
Düşünerek, merakla izledik
perdenin üstündeki kuşkucu mavi adamı,
sonra birbirimize baktık ve
hadi, dedik, sil baştan.


Bertolt BRECHT

Sevgi Üstüne

Tensel zevkler değil benim sözünü ettiğim, bu konuda söylenecek çok şey olsa da; aşık olmaktan da söz etmiyorum,ki bu konuda söylenecek şey biraz daha azdır.Dünya bu iki görüntüyle yetinebilir, oysa sevgiyi özel olarak incelemek gerek. Çünkü o bir üretimdir ve seveni de sevilenide değiştirir,
iyiye ya da kötüye doğru.
Dıştan bir bakışla bile sevenler üreticiler gibi görünürler,hem de üst düzeydeki üreticiler gibi.Bir tutku, bir engellenmezlik taşırlar üzerlerinde: Zayıf değil ama, yumuşaktırlar; her zaman dostça davranışlar gösterme arayışı içindedirler. (sonuçta yalnızca sevgiliye karşı da değildir bu). Bu gibileri sevgilerini inşa eder, tarihsel bir şeyler katarlar bu sevgiye , sanki bir gün tarihi yazılacakmış gibi. Onlar için kusursuzlukla tek bir kusur arasındaki fark korkunçtur. Oysa dünya bu farkı rahatça göz ardı edebilir. Sevgilerini olağandışı bir şey kılarlarsa , bunu yalnızca kendilerine borçlu olurlar; başaramazlarsa kendilerini sevdiklerinin kusurlarıyla pek de mazur gösteremezler, tıpkı halk önderlerinin kendilerini halkın kusurlarıyla mazur gösteremeyecekleri gibi... Yüklendikleri sorumluluklar, kendilerine karşı olan sorumluluklardır. Bu sorumlulukların kılına zarar gelmemesi için gösterdikleri o büyük çabayı, başka hiç kimse gösteremez.
Öbür büyük üretimlerde görüldüğü , başkalarının hafiflikle ele aldığı birçok şeye sevenlerin önem vermesi, sevginin doğası gereğidir; en hafif dokunuşlara , en fark edilmez  ara tonlarına...
Bunların en iyileri , sevgilerini diğer üretimlerle tam bir uyum içine sokmayı başarırlar; o zaman dostlukları yaygınlaşır, yaratıcılıkları çok kişiye yararlı hale gelir ve üretici olan her şeye omuz verirler.

Bertolt Brecht

17 Mart 2010 Çarşamba

HAYAT TANRININ ROMANIDIR BIRAKIN O YAZSIN...

Tanrıdan gururumu yok etmesini istedim.
Tanrı "Hayır. Gurur benim yok edebileceğim bir şey değil, senin bırakabileceğin bir şeydir." dedi. 

Tanrıdan sakat çocuğumu iyileştirmesini istedim.

Tanrı "Hayır. Onun ruhu sağlam, vücut o kadar önemli değil, o geçici bir şeydir." dedi.

Tanrıdan bana sabır vermesini istedim.
Tanrı "Hayır. Sabır büyük acılar çekilerek öğrenilebilecek bir şeydir.
Sabır verilmez, hak edilir." dedi. 

Tanrıdan beni mutlu etmesini istedim.
Tanrı, "Hayır. Ben sadece nimetlerimi sunarım, mutlu olmak sana bağlı."
dedi.

Tanrıdan beni çektiğim acılardan kurtarmasını istedim.
Tanrı "Hayır. Çektiğin acılar günlük kaygılarının önemsizliğini anlamanı,
onlardan uzaklaşmanı ve bana daha çok yaklaşmanı sağlar." dedi.

Tanrıdan ruhumu olgunlaştırmasını istedim.
Tanrı "Hayır. Kendi kendine olgunlaşmalısın, ama meyvelerini alman için yardım edeceğimden emin olabilirsin." dedi. 

Tanrıdan hayatı sevmemi sağlayacak her şeyi istedim.
Tanrı, "Hayır. Ben sana hayatı vereceğim, böylece hayata dair her şeye sahip olabilirsin." dedi.

Tanrıdan, tanrıya duyduğum sevgiyi, başkalarına da duyabilmeyi istedim.
olgunlaşmış bir ruh ise "vermemi sağla..." diye bitirir dualarını...

15 Mart 2010 Pazartesi

KADINLARIMIZ

Toprak öyle bitip tükenmez, /dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişemeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve onbeşlik şaraplenin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru.

 NAZIM HİKMET

7 Mart 2010 Pazar

8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ


FIKRA: 
Dünya kadınlar gününde bir çok ülkeden kadının katıldığı Dünya Kadın Örgütü toplanmış. Kararlar alıyorlar. Kadınları kimse ezemez. Herkes eşittir vs. Bundan sonra kendimizi ezdirmeyeceğiz kocalarımızın isteklerini yerine getirmeyeceğiz demişler. Sonuçlarını da gelecek sene tekrar toplanıp değerlendirmek üzere kongreyi bitirmişler. Aradan 1 sene geçmiş. Tekrar toplanmışlar. Sonuçları değerlendiriyorlar.Önce
İtalyan kadın söz almış;-Eve ilk gittiğimde kocam benden yemek yapmamı istedi, bende bundan sonra yemek yapmayacağımı kendisinin yemek yapması gerektiğini söyledim.1. gün bişey göremedim,2. gün kendisine yemek yaptı,3. gün bana da yemek yaptı o günden beri evde yemeği kocam yapıyor.
Sıra Alman kadına gelmiş;-İlk gün eve gittim. Kocam benden elbiselerini yıkamamı istedi. Ben de ona bundan sonra temiz elbise giymek istiyorsa kendisinin yıkayacağını söyledim.1. gün bişey göremedim,2. gün kendisinin elbiselerini yıkadı,3. gün benimkileride yıkadı. O günden beri evdeki bütün elbiseleri yıkıyor.
Sıra bizim Türk kadına gelmiş;-İlk gün eve gittim. Kocam bulaşıkları yıkamamı istedi. Bende ona bundan sonra temiz tabakta yemek yemek istiyorsa bulaşıkları yıkaması gerektiğini söyledim.1. gün bişey göremedim,2. gün bişey göremedim,3. gün gözümün birisi azcık açıldı görmeye başladım.


HERKESİN KADINLAR GÜNÜNÜ KUTLARIM

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN.

6 Mart 2010 Cumartesi

RAKI İÇKİ DEĞİLDİR!

İÇKİ YASAKLANABİLİR.
AÇIK SÖYLEYEYİM, BENCE MAHSURU YOK.
AMA RAKI ASLA...
ÇÜNKÜ TAKUNYALILAR ÖYLE ZANNEDER AMA, ASLINDA "İÇKİ" DEĞİLDİR RAKI.
YURT SEVGİSİDİR ÖRNEĞİN.İKİ TEK ATTIN MI "N'OLACAK BU MEMLEKETİN HALİ?" DİYE ENDİŞELENMEZSİN AKSİ OLSA...
TIP BAZEN ÇARESİZDİR, O İLAÇTIR.GURBETE BİLE İYİ GELİR.
KONTÖRSÜZ MUHABBETTİR.BÜST GİBİ OTURAN ADAMIN BİLE ÇENESİNİ AÇAR, GÜLÜMSETİR.
KAHKAHADIR.HATIRALARI KAYDEDEN HARD DİSK'TİR.
BOTOKS'TUR BİR NEVİ.EN KAKNEMİ BİLE BİR BAŞKA GÖRÜNÜR GÖZÜNE.
ÇİRKİN KADIN YOKTUR, AZ RAKI VARDIR... İÇİLİR, GÜZELLEŞİLİR.
HERKESİN GENÇLİK HATASI OLABİLİR. BİRA İÇERSİN.
SONRADAN PARA KAZANIP TENİSE BAŞLAYINCA, ŞARAP İÇMEYİ MATAH ZANNEDERSİN.
AMERİKA'DA TIR ŞOFÖRLERİNİN İÇTİĞİ VİSKİNİN DUBLESİNE ETİLER'DE TIR PARASI ÖDERSİN, AYRI...
AMA KÜRKÇÜ DÜKKÂNIDIR.DÖNER DOLAŞIR, GELİRSİN...
ORHAN GENCEBAY'DIR.ENTEL BARLARDA, SOSYETE KULÜPLERİNDE DİNLEMEYE UTANIRSIN... AMA !HEPİMİZ BİLİRİZ Kİ, EZBERE BİLİRSİN...
İSTEDİĞİN KADAR AĞIZ BURUN KIVIR TATLISES'TİR.REALİTE'DİR.
ÇOCUKTUR, AĞLARSIN. HELE BEYAZ "P"EYNİR İLE "K"AVUN OLURSA SAĞINDA,SOLUNDA.
ÖRGÜTTÜR.PRK...
AMA BÖLÜCÜ DEĞİL, BİRLEŞTİRİCİ... TÜRK'Ü DE İÇER, KÜRT'Ü DE, LAZ'I
DA... SOR BAK, ERMENİ'Sİ DE, RUM'U DA, YAHUDİ'Sİ DE...
AB'CİDİR.
ÇÜNKÜ RUM ÖYLE BİR MEZE YAPAR Kİ, HELALİ HOŞ OLSUN, KIBRIS'I VERESİN GELİR...
MADEM YASAKLAYACAKSIN RAKIYI...
NEDEN BALIK AVLIYORSUN O ZAMAN?
ŞERBETLE Mİ YİYECEKSİN LÜFERİ?
NE ANLAMI VAR DENİZ BÖRÜLCESİNİN, ROKANIN, RADİKANIN, CİBEZİN...
İNEK MİYİZ BİZ?
YOKSA ŞAKŞUKA'YI ŞARKI MI ZANNEDİYORSUN SEN?
YANLIŞ ŞİİR OKUYORSUN, HAPSE GİRİYORSUN...
OKU BAK NE DİYOR DÜNYA GÜZELİ ORHAN VELİ...
ŞİİR YAZIYORUM
ŞİİR YAZIP ESKİLER ALIYORUM
ESKİLER VERİP MUSİKİLER ALIYORUM
BİR DE RAKI ŞİŞESİNDE BALIK OLSAM...
Yılmaz Özdil.

SEVGİ DUVARI

Sen miydin o, yalnızlığım mıydı yoksa
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür
Salonlar piyasalar sanat–sevicileri
Derdim gülüm insan arasına çıkarmaktı seni
Yakanda bir amonyak çiçeği
Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi


Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
Çöpçülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi


Baktım gökte bir kırmızı bir uçak
Bol çelik bol yıldız bol insan
Bir gece Sevgi Duvarını aştık
Düştüğüm yer öyle açık öyle seçik ki
Başucumda bi sen varsın bi de evren
Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
Yalnızlığım benim çoğul türkülerim
Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi


Can Yücel

İNSAN DÜŞÜNEN VARLIKTIR.#links

İNSAN DÜŞÜNEN VARLIKTIR.#links

Yaşlı Bir Baba ve Genç Oğulun Hikayesi