İNSAN DÜŞÜNEN VARLIKTIR.
24 Kasım 2009 Salı
7 Kasım 2009 Cumartesi
KEŞKE dedim keşkeleri geri getiremedim KEŞKEE dememek adına.
(Gracias a La vida )
" Hayat Sana Teşekkürler'' demek istiyorsanız..Ve İlerde birgün KEŞKE demek istemiyorsan , 3 şeyi doğru seç!!
*Eşini Doğru Seç.. Doğru eş her zaman uzun zaman filört ettiğin kişi değildir.. önemli olan kısa zamanda da olsa fikirlerin uyuştuğu, yaşam tarzının benzediği, espri anlayışının yakın old...ugu, zor zamanlarında hep yanında olacagını bildiğin, Dertlerini sevinçlerini paylaşabileceğin, Fikirlerine, oalylara bakış açısına güvendiğin, senin fikirlerine saygı duyan, konuşmaktan sıkılmayacağın, Hayata küstüğün zaman seni kabugundan cıkarıp eğlendirebilen, Gözlerine baktıgında ne söylemek istediğini anlayabildiğin, Aynı zamanda iyi bir arkadaş, Fiziksel görünüşünün dışında da seni sen olduğun için sevebilecek ve bunu kaldırabilcek birini eş olarak seçmelisin !!! Dünya da böyle biri var mı ? Diye sorabilrsiniz şimdi ... Emin ol var !! Tabiki sayıları fazla değil... Hatta hayatta insanın karşısına bir ya da iki kere çıkar... belkide hiç çıkmaz..önemli olan o nu farkedebilmek... Eğer bu satırları okudugunda Aklından bu özellikleri barındıran bir isim geçirmişsin çok şanslısın.. Ne olursa olsun onunla birlikte olmak için elinden geleni yap... Çünkü bi daha onun gibi birini bulma şansına çok az emin ol... Bütün aptal aşıklar gibi ilk harekeeti ondan beklersen çok geç kalırsın.. Eğer bu satırlar sana öyle birini çağrıştırmıyorsa ya da şu an evliysen yapacak birşey yok.. Ama henüz bekarsan onu aramaya hemen başla ..! onu farkedebilmek için sadece etrafına bakman yeterli olacaktır ... Çünkü oda SANA bakıyor olacaktır...
*İşini Doğru Seç... Doğru iş rahat iş değildir..Çok kazandıran iş de değildir.. Kariyerde değildir.. Klimalı büro ortamıda değildir.. Doğru iş olmakan zevk aldığın yerdir..Sabahleyin kalktıgında gitmekte üşenmediğin, bıkmadıgın yerdir..Tabi yanında rahatlık, para, kariyer varsa ne ala....
*Arkadaşını doğru seç... Çok sayıda arkadaşının olması "iyi arkadaşın" oldugunun ispatı değildir.. Güzel günlerdeki arkadaşlıklar geçicidir... Mutluluklarının yanında, Acını da paylaşabilceğin, Fikirlerine ihtiyac duyabilceğin, Her zaman yanında olmasını isteyeceğin, Senin madden değil manen zengin eden, Bir tek arkadaş sana çok şeyler katacatır.
2 Eylül 2009 Çarşamba
Benim Allahım
KUM SAATİAhmet Altan |
Üstüne çörek otu serpilmiş pişkin pide kokusu, birçokları gibi beni de alır bir fırının kapısına götürüp bırakır.
Vakit nedense sonbaharın son günleridir.
Hava serincedir ve akşam inmeye hazırlanır.
Kendine bir iş yaratmak isteyen yaşlı amcalarla çocukların biriktiği uzun kuyruktakiler, minare ışıkları yanmadan önce pideleri alıp iftara yetiştirebilmek için telaşlarını saklayan bir sabırla beklerler.
Sünnet hediyesi bir saati bileklerine takabilmiş olan çocuklar sık sık saatlerine bakarak iftar vaktini hesap etmeye uğraşırlar.
Ben o çocukların arasında beklerim.
Ayaklarım üşür hafiften, açlığımla gurur duyarım.
Diğer çocuklar gibi benim de yüzümde başka zamanlarda pek rastlanmayan bir ciddiyet vardır, önemli bir iş yapmakta olduğumu bilirim.
Ramazan’ı belki de en çok bundan severim.
İftar sofrasına oturulduğunda kimse çocuk muamelesi yapmaz sana, oruç tutmaya başlaman büyüdüğünün işaretidir ve büyükler şefkatli bir saygıyla davranırlar büyümeye başlayan çocuklara.
Fırına girdiğinde, pişkin hamur kokulu sıcacık bir buhar çarpar yüzüne.
Fırıncı, uzun saplı küreğini ateş renkli fırın kapağından içeri sokar ve olağanüstü bir ustalıkla içerdeki pideleri seri hareketlerle küreğinin üstüne dizip hızla çeker.
Çıraklar, müşterilerin elleri yanmasın diye kâğıtların üstüne koyup verir pideleri.
Ama ellerin gene de yanar.
Konuşmalar kısa kısadır, kaç tane istediğini söylersin sadece.
Elinde hazırladığın parayı verirsin, aceleyle alırlar.
Kutsal bir ortaklık, herkesi iftara zamanında yetiştirebilmek için müthiş bir yardımlaşma vardır.
Kimse kimsenin sırasını kapmaya çalışmaz.
Ezana birkaç dakika kala pideleri alıp hızla koşmaya başlarsın, bir iki kez tökezleyip düşecek gibi olursun ama zaferle girersin eve.
Sofra hazırdır.
Herkes sofranın başındadır.
Topun patlamasını sofrada beklemek sevaptır çünkü.
Teyzen hemen pideleri parçalayıp bir kayık tabağa dizer.
Sen de sofraya oturursun.
Top patlar.
Hayır, acele etme, açsın ama gene de aç değilmişsin gibi uzanmalısın o ilk zeytin tanesine.
Büyük bir adam gibi.
Sen artık büyüdün, sen oruç tutuyorsun, sen bu sofrada saygı görüyorsun.
Ve, Allah seni seyrediyor.
Her davranışını görüyor, onun için oruç tuttuğunu biliyor, telaş ederek onu utandırmamalısın, sabrı öğrenmelisin.
İlk zeytinin damağına yayılan kekremsi tadı, sonra bir bardak su.
Sonra çorba.
Çorbadan sonra ilk mırıltılı konuşmalar.
Gerçek, saf, içe işleyen bir mutluluk, bir sevinç, büyük bir koruyucun olduğuna inanan o mutlak güven ve huzur.
Sen iftarını açarken Allah sana gülümser, memnun olur, sen iyi bir çocuksun seni sever, sen onu seversin.
Benim Allahım öyleydi, severdi beni, onu kızdırdığımda bile severdi, ben de onu severdim, korkmazdım hiç ya da diyelim babamdan korktuğum kadar korkardım, daha fazla değil.
Ne garip beni Allahın olmadığına dindarlar inandırdı, öyle bir Allah anlattılar ki benim Allahıma hiç benzemiyordu, öfkeli, kızgın, gazaplıydı anlattıkları, cezalandırıyordu.
“Bu benimki değil” dedim, dinimiz birdi ama Allahımız farklıydı artık.
Yollarımız ayrıldı.
Ben çocukken teraviye korktuğumdan gitmiyordum ki, oraya sevindiğimden gidiyordum, Allah gülümsesin diye gidiyordum, memnun olsun diye gidiyordum ve o memnun olduğunda ben çok seviniyordum.
İyiydi bizim aramız.
Konuşurduk bile.
O bana pek cevap vermezdi, daha ziyade ben söylerdim o dinlerdi, isteklerimi samimice anlatırdım, “şu sınıfı geçmeme bir yardım etsene” derdim, sesini duymazdım ama gülümseyip “böyle haylazlık edersen benden yardım bekleme” dediğini sezerdim, hiç gücenmezdim, gülümserdim, “çalıştıktan sonra ben de geçerim ne olacak” demezdim ama aklımdan bunun geçtiğini onun bildiğini bilirdim.
Küstü mü acaba diye endişelenirdim.
Kızması değil ama küsmesi kötü olurdu, bak küsmesinden korkardım.
Onu küstürecek bir şey yapmadım.
Büyüdüm, günah işledim ama onu küstürecek günahlar değildi bunlar, bilerek kimseye kötülük etmedim, kimsenin hakkını yemedim.
Benim günahlarıma sizin Allahınız çok kızabilir, benimki kızmaz işte, belki bana şöyle bir parmağını sallar ama o kadar.
İyidir o, çok iyidir.
Onun için belki ben, fırın kapısında pide bekleyen çocuğu böylesine şefkatle ve sevinçle hatırlarım.
Onun için belki ben, işler çok sıkıştığında şöyle gökyüzüne doğru bir bakarım.
26 Ağustos 2009 Çarşamba
31 Mart 2009 Salı
Cahiliz Biz Cahil
Ahhh cehalet ahhh ne çektiysek biz bu cahilliğimiz yüzünden çektik...
Hiç birşeyin gerçek anlamını ögrenmedik biz.. Bize az açıklamalar yetti hep bir şeyleri öğrenmek için...
Şemsiye ile yağmurdan korunacağımızı ögrenmiştik.. Tabi Allah bilir kim söyledi.. Ama güneşten korunanı hep kınadık..? Deliye bak güneşli havada şemsiye ile dolaşıyor diye.. Güldük ona gülünmesi gerekenden habersiz..
Dedim ya cahil bir milletiz hep birşeyleri , birilerini dinleyerek gezeriz...
Kaç tane arkadaşınız tek başına alış verişe çıkar , bizde var beraber alış veriş kavramı, aman yakışacakmı düşüncesi ile yanına alınan arkadaşlar , hayır kuzum o sana yakışmadı bence sen şunu al denildikten sonra kendine ait olmayan elbiselerle gecen ömürler...
Tekrar söylüyorum kafanıza iyice sokun Cahil bir milletiz...
Kendi kendimize birşey yapamayan sadece duyduğunu anlayana bir milletiz biz.. Sevgimiz de öyle biz sevdiğimiz insanlara seni seviyorum demeyiz diyemeyiz çünkü biz '' Seni Seviyorum'u '' sadece sevgilimize söyleriz.. Bir düşünün bakalım kaç kişiye seni seviyorum dediniz.. gerçekten onu sevdiğinizi hissederek sadece sevgi kavramı ile... Hadi bir düşünün bizim milletimizin içinde , bir dost meclisinde yada yolda eşiniz yanınızdayken daha..? Evlisiniz ve eşinizin en yakın arkadaşına muhabbet arası seni seviyorum dediniz.. ama altına üstüne birşey koymadan açıklama yapmadan sadece iki kelime ''seni seviyorum'' dediniz.. !!! Düşünüyorsunuz dimi hala.. Devam edin başınıza neler gelebileceğini hesaplayın Korktunuz dimi.. Ne demekti seni seviyorum.. Nasıl olurdu.. Bulunduğunuz ortamda kurduğunuz cümle havada asılı kalır.. Yani sevğiniz idam edilmiştir.. (X) (A) yı seviyordur.. Herkes bunu düşünür.. Tabi siz profesyonel düşünür değilseniz yada hala bu devirde olmaması gereken kadar temiz kalpliyseniz işiniz zordur.. Ama erken uyanır sevginizin cevrelerini hatlarını anlatır.. Arkadaşca olduğunu İMA ederseniz belki yırtarsınız...
Aklınızda hala.. unutmadınız dimi biz cahil bir milletiz..
Hiç birşeyin gerçek anlamını ögrenmedik biz..
Bize az açıklamalar yetti hep bir şeyleri öğrenmek için...
Az açıkladılar Seni Seviyorum cümlesini.. bizde açıklanan kadar bildik.. Bildiğimiz kadar yorumladık haklı olarak.. Haklı olarak biz Sevgilimizden başka kimseye bağıra bağıra seni seviyorum demedik diyemedik...
Ama her zaman bir ciban başı olmalı her zaman bir haklı isyan çıkmalı.. Şimdi Burdan bağırıyorum..!!!!!!!!!.. SENİ SEVİYORUM.!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!.. hemde bu yazıyı kim okuyorsa şuan...
Evet evet senden bahsediyorum.. SENİ SEVİYORUM..!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!.. Şaşırma yemin ederim seni seviyorum.. Bakma bana yalancı yada sapık gibi İnan ki Allah adına söylüyorum ki.. SENİ SEVİYORUM..!!!!!!!!!!!.. Çünkü benim seni sevmem için senin insan olman yeterli ben seni sen olduğunu için insan olduğun için SEVİYORUM... SENİ SEVİYORUM..!!!!!!!!!!!..
Alıntı-Toplumdüşmanı
13 Şubat 2009 Cuma
8 Şubat 2009 Pazar
ŞEHİR
ŞEHİR
Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi
- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma
- Ömrünü nasıl tükettiysen burada,
bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.
Konstantinos Kavafis
GÜZEL YAZILAR...
Kızıla Boyalı Saçlar - Kostas Mourselas
Biz Birbirimizin Hiçbir Şeyi
Biz Birbirimizin Hiçbir Şeyi / Ahmet Altan |
|
|
Biz Birbirimizin Hiçbir Şeyi...
'Ben senin herşeyin olacağım' açgözlülüğü, sevdiğin insanı kendi varlığınla sarıp dünyadan kopartarak, yalnızca kendine ait, başkalarının girmeyeceğinden emin olduğun bir kapalı bahçe haline getirme arzusunun boğuculuğu...
Oysa tersine bir yolculuk var gibi. Hiçbir şeyi olmamaktan başlarsan, o geniş özgürlük meralarından 'herşeyi olmaya' ulaşabiliyorsun. Herşeyi olmaktan başlarsan, kısa zamanda gideceğin yer 'hiçbir şeyi' olmamak oluyor.
Hafızamızın bizden bağımsız bir hayat sürdürdüğünden şüpheleniyorum bazen, kaybolduğunu sandığımız nice anı, nice çehre, söz, cümle, yazı, kendi derinliğiyle bulanıklaşmış kanalların içinde varlıklarını sürdürerek yüzüp duruyor; sonra birden, neredeyse ilk günkü kadar taze ve parlak olarak beliriveriyorlar, o zamana kadar niye saklanmışlardı ve o gün ortaya niye çıktılar, bunu hiç bilemiyoruz.
Geçenlerde, her mevsimden kendinde bir şeyler taşıyan kararsız bir sabah vakti, beyaz yelkenler gibi şişen bulutlarla çocuksu bir güneşin yaşadığı saklambaçın bir yağmura mı yoksa ılık bir güne mi döneceğini kestirmeye çalışarak, uzaktan kremalı bir pasta gibi gözüken uçuk sarıya boyanmış konağa yaklaşırken, Goethe'nin Frau von Stein'a yazdığı bir ayrılık mektubundan bir satır, görünürde kendisini çağıran hiç kimse olmadığı halde çıkıp geliverdi. 'Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık ama herşeyi olduk' diye yazmıştı Alman şiirinin Zeus'u.
'Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık...'
Bu kısa mektubun tümünü okumak için duyduğum ani istekle hemen eve dönüp 'Goethe'nin Mektupları'nı çıkardım.
Kendisinden yedi yaş daha büyük olan, evli ve dört çocuk sahibi soylu kadına bu mektubu yazdığında Goethe yirmi yedi yaşındaydı, bütün hayatını geçireceği ve 'Ben Weimar'lı bir dünya vatandaşıyım' diyeceği Weimar'a geleli henüz bir yıl olmuştu.
Daha o yaşında, çok az yazara nasip olmuş olağanüstü bir şöhretin tadını çıkarıyordu, yirmi altı yaşındayken yazdığı 'Genç Werther'in Acıları' yalnızca Almanya'da değil bütün Avrupa'da büyük ilgi görmüş, kıtanın hemen hemen her yanında gençler Werther gibi giyinip Werther gibi konuşmaya, Werther gibi ölmeye başlamışlardı. Sokaklarda, Werther'in kitapta anlatılan kıyafetine bürünmüş, altın düğmeli mavi frak, sarı pantolon, fırfırlı pantolon, fırfırlı beyaz gömlek giymiş binlerce genç dolaşıyordu.
Goethe'nin bu kitabında, çok yakın bir arkadaşının sevgilisi olan Charlotte Buff'a duyduğu aşkı ve bu imkânsız aşk nedeniyle çektiği acıları çok içten anlattığı için gençleri bu kadar etkilediği söyleniyordu.
Sonunda çareyi tutkuyla sevdiği kadının yanından kaçmakta ve duygularını yazıp kurtulmakta bulmuştu.
O büyük aşkın ertesinde rastlamıştı bir başka Charlotte'a.
Charlotte von Stein zarafeti ve etkileyici kültürüyle bağlamıştı genç yazarı kendisine.
Zor bir ilişkileri vardı.
Sık sık yaptıkları kavgalardan birinde Goethe işte o mektubu yazmıştı.
'Neden sana acı çektiriyorum sevgilim? Neden hep, ya sana acı çektirmek ya da kendi kendimi aldatmakla geçiyor günler. Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık ama herşeyi olduk...
Seni artık görmeyeceğim. Yıldızları nasıl seyrediyorsam, bundan böyle sana da öyle bakacağım demek.'
İnsana ait bütün duyguları şiirlerinde ve yazılarında anlatan Goethe, sanki anlattıklarını daha iyi bilebilsin diye tanrının kendisine bağışladığı bütün çelişkileri ruhunda barındıran bir yazardı ve elbette ki bir aşk ilişkisini tek bir mektupla bitirebilecek birisi değildi.
İlişkileri, Goethe çok daha genç ama çok daha basit bir kıza aşık olup onunla evlenene ve von Stein'ı 'Cenazemi onun evinin önünden geçirmeyin' dedirtecek ölçüde kızdırana kadar uzun yıllar sürdü.i
'Birbirlerinin hiçbir şeyi olmayacakken herşeyi olmaya' devam ettiler.
Hem çok sevdiği hem çok beğendiği biriyle 'onun hiçbir şeyi olmamak' üzere yola çıkıp onun herşeyi olmaya varmak, kabul etmeli ki, insanın ilgisini çeken bir macera.
Hele bunun 'birbirlerinin herşeyi olmak için yola çıkıp birbirlerinin hiçbir şeyi olan' insanların çoğunlukta bulunduğu bir dünyada yaşandığını düşünürseniz, daha baştan 'birbirinin hiçbir şeyi olmamaya' karar vermenin sihrinin etkisinden pek kurtulamazsınız.
'Sen benim hiçbir şeyim olmayacaksın ve ben senin hiçbir şeyin olmayacağım'
'Ben senin herşeyin olacağım' açgözlülüğü, sevdiğin insanı kendi varlığınla sarıp dünyadan kopartarak, yalnızca kendine ait, başkalarının girmeyeceğinden emin olduğun bir kapalı bahçe haline getirme arzusunun boğuculuğu; kimse kimsenin 'herşeyi olamayacağından' sonunda insanı sıkıntıyla bunaltarak, karşısındakinin 'hiçbir şeyi olmama' isteğine sürüklüyor herhalde.
Tersine bir yolculuk varmış gibi gözüküyor.
Hiçbir şeyi olmamaktan başlarsan, o geniş özgürlük meralarından 'herşeyi olmaya' ulaşabiliyorsun.
Herşeyi olmaktan başlarsan, kısa zamanda gideceğin yer 'hiçbir şeyi' olmamak oluyor.
Hiçbir şeyden başlayan macera artarak, çoğalarak, genişleyerek büyüyor.
Herşeyden başlayan ise sürekli eksilmeye, azalmaya, sonunda yok olmaya mahkum gözüküyor.
'Birbirlerinin herşeyi olmak' gelip bir sınıra dayanmanın, her türlü hareketten, kıpırtıdan yoksun iki kişilik bir hapishanenin temellerini atmanın parolasına dönüyor.
Sanırım, yeryüzünde birbirini seven hiç kimse 'birbirinin hiçbir şeyi' ya da 'birbirinin herşeyi' olmayı becerememiştir, ikisi de imkânsızdır çünkü.
Birbirinizi seviyorsanız 'birbirinizin hiçbir şeyi' olarak kalamazsınız, sevgi hareket eder, yürümek, ilerlemek, 'herşeyi olmaya' doğru gitmek ister, sonunda 'herşeyi olursanız, ' ondan sonrası bir ayrılık mektubudur ya da daha fenası, bir sıkıntı ve kaçış.
Ama yine de bu uzun yürüyüşte unutulmayacak epeyce haz ve acı derlersiniz.
Herşeyi olma arzusu ise, daha sevgi başlarken onun yürüyeceği yolları keseceğinden, sıkıntı, yaşanabilecek birçok haz daha yaşanmadan gelir, vurur sizi. Goethe 'hiçbir şeyi olmamayı' ve 'herşeyi olmayı' daha yirmi yedi yaşında keşfetmiştir; daha sonra bütün hayatı aşkta ve edebiyatta hep bu iki şeyi keşfederek geçti.
Yirmi altısında parlak bir şöhretle taçlanırken kırkında onu derinden yaralayan büyük bir başarısızlığı, okuyucularının kendisini terkedişini, sekseninde ise gelmiş geçmiş en büyük şair ilan edilişini gördü.
Yirmi yedisinde sevdiği kadının 'hiçbir şeyi' olmamayı isterken, yetmiş dördünde, karısı öldükten sonra, aşık olduğu ondokuz yaşındaki bir kızın 'herşeyi' olmayı isteyerek evlenme teklif edip reddedildi.
'Biz birbirimizin hiçbir şeyiydik' diyen serazat çocuk, 'herşeyi olmak' istediği kadın tarafından reddedildiği için arabasında ağlayarak evine dönen adamın acısını da yaşadı.
Yazarken 'herşeyi' bilen bir yazardı, yaşarken 'hiçbir şey' ona mutluluğun nasıl ele geçirilebileceğini öğretemedi.
Hiçbir şey ve herşey, hepimiz gibi onun da hayatını altüst etti. deyişteki korkunç vazgeçiş, hep biraz uzakta kalıp, aradaki bağın, kararlarla, sözlerle, açıklamalarla, nikâh kağıtlarına atılan imzalarla, birbirinin sahibi olabilmek için duyulan isteklerle değil de yalnızca karşısındakine hissedilen sevgiyle sürebileceğine olan muhteşem inanç, bir aşkı bir buçuk asır sonra da hatırlanır kılıyor elbet.
Ahmet Altan
16 Ocak 2009 Cuma
Eğer Üşürse
Bir kadın 'ben üşüyorum' dediğinde, bunun cevabının 'üstüne bir şey al,' 'istersen bir taksiye binelim,' 'eve geldik zaten' türünden bir söz olmadığını, 'üşüyorum' dediğinde kadının 'bana sarılsana' demek istediğini ve ona sarılmak gerektiğini öğrenmek epey zamanımı aldı. Sanırım binlerce yıl boyunca isteklerini açıkça söylemelerine izin verilmediği için 'gizli bir dil' geliştirmek zorunda kalan kadınlar, bu kadar basit bir şeyin erkekler tarafından niye anlaşılamadığını, niye 'emeceklerine üflediklerini' hiç anlayamazlar. Erkeklerin, bakkal dükkanının arka tarafındaki salak küçük oğlana benzediğini düşünürler: 'Anlayışsız ve beceriksiz salaklar.'
Ben ne zaman bu konuyu düşünsem aklıma hep Amarcord filmindeki o sahne gelir.
Koca memeli bakkal kadın, köyün ufak oğlanlarından birini bakkal dükkanının arka tarafına çeker.
Hayatında hiç çıplak kadın görmemiş oğlanın meraktan ve heyecandan faltaşı gibi açılmış gözleri önünde o inanılmaz büyüklükteki memelerini çıkartır.
Kendisine bakan küçük oğlanın ağzına verir memelerinden birini.
Ve öfkeyle azarlar sonra oğlanı.
- Üflemeyeceksin salak, emeceksin.
Kadınlarla erkeklerin konuşmalarının bir yerinde hep, 'üflemeyeceksin salak, emeceksin' tuhaflığının yaşandığını düşünürüm.
Kadınların bir şey söylediklerinde aslında başka bir şey söylemek istemiş olabileceklerini kendim mi farkettim yoksa bunu bana bazen usulca bazen sabırsızca sözleriyle kadınlar mı öğretti şimdi tam çıkartamıyorum.
Ama bir kadın 'ben üşüyorum' dediğinde, bunun cevabının, 'üstüne bir şey al,' 'istersen bir taksiye binelim,' 'eve geldik zaten' türünden bir söz olmadığını, 'üşüyorum' dediğinde kadının 'bana sarılsana' demek istediğini ve ona sarılmak gerektiğini öğrenmek epey zamanımı aldı.
Sanırım binlerce yıl boyunca isteklerini açıkça söylemelerine izin verilmediği için 'gizli bir dil' geliştirmek zorunda kalan kadınlar, bu kadar basit bir şeyin erkekler tarafından niye anlaşılamadığını, niye 'emeceklerine üflediklerini' hiç anlayamazlar.
Erkeklerin, bakkal dükkanının arka tarafındaki salak küçük oğlana benzediğini düşünürler:
'Anlayışsız ve beceriksiz salaklar.'
Sevgi ve şefkat eksikliğine hiç tahammül edemeyen, bunların 'açıkça' söylenerek elde edilmesinin ise elde edilenin değerini düşüreceğine inanan kadınların niye isteklerini düpedüz söylemedikleri ise erkekler için hep bir sırdır.
Duygularını göstermenin kadınlara özgü bir davranış olduğunu sanan erkekler, açıkça sevgilerini ve şefkatlerini göstermekten hep utanırlar.
Farkında olmadan, onlar, bu duyguların gösterileceği tek yerin yatak odası olduğuna inandıklarından, kalabalıkların içinde sevgi ve şefkat gösterdiklerinde, herkesin seyrettiği bir yerde sevişiyorlarmış hissine kapılıp tedirgin olurlar.
Erkekler için duygular, kapalı yerlerde yaşanması gereken 'mahrem' şeylerdir, kadınlar ise bunu hayatın her anında yaşanması gereken bir şey olduğunu düşünürler.
Hemen hemen hepsi gizli bir 'derebeyi' olan erkekler, kadınların her isteğinde, her talebinde bir isyan, bir başkaldırı hatta bir hakaret görürler.
Erkeklerin bekledikleri, kadınların 'üşümeleri' ya da 'acıkmaları' değil, erkeğin yanında soğuğu ve açlığı hissetmeyecek kadar kendinden geçmiş bir aşka kapılmaları ve bu aşkı taleplerini dile getirmeyerek göstermeleridir.
Galiba o yüzden, erkeğin biraz kadınsılaştığı ve duygularını alabildiğine özgür bıraktığı aşkın ilk günleri geçtikten ve erkek yeniden erkekliğine döndüğünde, kadınlar 'üşümeye' başlarlar.
'Benim uykum geldi' dediğinde erkeğin onla beraber yatmamasını, perhize başladığı sırada aniden bir hoşluk yapma isteği duyan erkeğin ona sevdiği yemekleri almasını 'düşmanca' bulmaya koyulurlar.
Artık erkeğin her davranışı ince eleklerden geçirilip, onun sözlerinde ve davranışlarında 'sevgisizlik' işaretleri tek tek saptanır.
Ve o gizli dil daha sık ortaya çıkar.
Kendilerinden yakınırlar önce, 'çok şişmanladım,' 'çok yaşlandım,' 'çok çirkinleştim,' bunları söyledikten sonra erkeklerin ne söyleyeceklerine, ne yapacaklarına bakarlar.
Kendilerine büyük bir ilgi eksikliği olarak gözüken o anlayışsızlıkların, artık eskisi kadar beğenilmemelerinden ya da sevilmemelerinden mi kaynaklandığını anlamaya uğraşırlar.
Baştan savma verilecek her cevap, bakkal kadının öfkeli tepkisini hakeder.
- Üflemeyeceksin salak, emeceksin.
Ama erkekler bu durumlarda genellikle üflerler.
- Yoo, hiç de şişmanlamadın, iyisin, biraz kilo aldın belki ama önemli değil.
Bu yakınmalar onlara manasız ve çocukça gelir çünkü.
Kadınlar ise sinirlenmeye başlarlar.
- Sen beni eskisi kadar sevmiyorsun.
Bunun cevabı elbette, 'nerden çıkardın bunu, tabii ki seviyorum' değil, sıkı bir sarılış ve iyi bir öpüşmedir.
Bir şeylerin yanlış gitmeye başladığını gören erkek ise, güzel bir hediye almanın ya da daha kestirmesi 'biraz para vermenin' zamanı geldiğini düşünür.
Onun için sorunun tedavisi öpüşmede değil paradadır.
Kabul etmeli ki, kendi değerini, gizliden gizliye kendine verilen parayla ölçmeye yatkın kadın için yapılacak 'fedakârlığın' miktarı bir zaman işe yarar, kadın, 'salağın' duygularını böyle ifade etmeye çalıştığını anlar.
Erkek ise, o düz vahşeti ve insafsızlığı ile 'ağlıyorsa biraz para ver,' çözümlemesini benimser.
Ama hediyelere ve paralara çabuk alışılır, sarılışların ve öpüşmelerin özlemi yeniden başlar.
Kadın 'üşür.'
Son bir iki deneme daha yapar, bazen güzelliği ve cinselliğiyle, bazen sinirli çıkışmalarıyla, erkeğe 'üşüdüğünde ona sarılınması gerektiğini' bir daha öğretmeye uğraşır.
Ama erkek hâlâ, emeceğine üflüyorsa, o tehlikeli sapak yaklaştı demektir.
Ya kadın kadere rıza gösterip teselliyi hediyelerde, parada, çocuklarında, kendisine sağlanan güvende aramaya razı olur ve arada sırada tutan 'ben çok yalnızım' yakınmaları ve ağlama nöbetleriyle hayatını sürdürür ya da 'üşümeye' fazla dayanamayıp, 'sarılmasını bilen' biri var mı diye etrafa bakınmaya koyulur.
'Sarılmasını bilenler' bu sapaktaki kadınları keskinleşmiş radarlarıyla hemen bulurlar.
Bir vakit işler iyi gider.
Ama sarılmasını bilenler de bir süre sonra kaçınılmaz erkekliklerine geri dönüp, üşüyen kadına, üstüne bir hırka almasını söylerler.
Ve, bu, hem acıklı hem eğlenceli süreci başlatan ilk uyarı da, her kadının kendi özel lisanında hemen söylenir.
- Üflemeyeceksin salak, emeceksin.
Ahmet Altan